kuran.com

HAŞR



    1. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah`ı tesbih ile tenzih etti ve etmektedir.

    O`nun şânı, kendisinin her türlü lekeden uzak olduğunu ve kirli şeylerin O`na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu yüzden her şey O`nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O`nun ordusudur. Bu sûrenin böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib olması, hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak üzere güzel bir başlangıçtır. Ve O, Aziz`dir, Hakîm`dir. Aziz`dir, yani hiç bir suretle mağlub edilme ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O`dur ve bütün izzet O`nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder. Çünkü O, "Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan"dır. Onun için âlemde her izzet kırılabilir, ancak O`nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez. O`na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla beraber O, Hakîm`dir, yaptığını hikme t le yapar.

    Bazen müminlere sıkıntı çektirip kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti vardır. Ve nihayet O`nun Hikmet ve İzzet`i tecelli eder (ortaya çıkar).

    2. O, Aziz ve Hakîm olan Allah`tır ki, İzzet ve Hikmet izlerinden bir örnek ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o küfredenleri, Allah`ın Resulü`nü inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve andlaşmayı küfür ve nankörlükle bozup "Bu, onların Allah`a ve Peygamber`ine karşı gelmelerinden dolayıdır..." (Haşr, 59/4) âyeti il e beyan edileceği üzere Allah ve Resulü`ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler, yukarıda da rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi idi ki, Hayber yahudilerinden B enî Kureyza gibi bir büyük kabile kadardı. Söz konusu bu iki kabileye "Kâhinân" denir ve Kâhin b. Harun neslinden oldukları söylenirdi.

    Denildiğine göre bunlar, son Peygamber`in ortaya çıkışını beklemek için İsrail Oğullarından bir cemaatla gelmiş, Medin e `ye yakın bir yere konmuşlardı.

    Kondukları yer bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya yerleşmiş ve sağlam binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle "diyarlarından", "kaleleri" şeklinde ifade edilmesinde de buna bir işaret vardır. Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve nankörlükte ileri gittikleri için, Allah`ın İzzet ve Hikmet`i onları ilk haşr olmak üzere yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da "Ahirette d e onlar için ateş azabı vardır." (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere büyük kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne gibi haşirler vardır? Onu da Allah bilir. `deki tefsircilerin çoğuna göre, "Onu, geçen on (gün) içinde yazdım." cümlesindeki gibi zaman ifade etmektedir. Mânâsı, "ilk haşirde" demektir. Buna göre ilk haşre, ilk harb mânâsı vermek daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının dediği gibi ihracın maksadını göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb lâmı) olma ih t imali de vardır. Bu ihracın sırf Allah tarafından olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı çıkamayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler ki kend i lerinin Allah`tan koruyacak, sığındıkları kaleleri ve istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından gelecek azabdan kendilerini korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve kuvvetlerin kâfi geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla müdafaanın mümkü n olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En önce kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ`nın İzzeti`ne karşı gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da düşüncelerine kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilme z di. Fakat Allah onlara hesab etmedikleri bir yönden geldi, yani Allah`ın emri, onları hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri bir cihetten bastırdı, kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka`b b. Eşref`i kendi konağında güveyi girdiği gece ansızın katlettir i vermekle, zaten zayıf olan manevî kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve yüreklerinin içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde "tahrib" masdarınd a n râ`nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak başlarını kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin dört duvarını

    yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve eşyalarını tarümar ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak ve sağlamlaştırmak istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı. Diğer bir mânâ ile de, bir taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve cinayetleri, bir taraftan da müminle r in iman ve gayretli hücumları arasında telaşa düşerek evlerinin viran olmasına sebebiyyet veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar bu olayı, iki tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek ibret alın.

    Küfrün, zulmü n, kalb bozukluğunun ve Allah`a karşı gelip de yalnız sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile mücadelenin şerefini, Allah`ın İzzet ve Hikmet`ini göz önüne getirin, bundan da kendi hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve â letlerin kuvvetine güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için yapıp, bütün tevekkül ve güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak Allah`a bağlayın. Çünkü Aziz O`dur, Hakîm O`dur. İ`tibâr, ibret almak, taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret, "Be s âir" ve "Müfredât"da zikredildiği üzere, müşâhede edileni öğrenmekle henüz müşâhede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan "abr" maddesi, bir halden bir hale geçmek mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek yüzerek gemi veya hayvan ve gere k köprü gibi her ne suretle olursa olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da ayın`ın fethasiyle "abre" denilir. Aynı kökten gelen ibâre, söyleyenden dinleyene geçen söz, ta`bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir.

    Binaenaleyh ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede edilen bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek demektir. Bu da Fıkıh Usûlü ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm çık a rma) usûlünün ta kendisidir.

    Onun için fakihler, âyetteki "ibret alın" emrinden hareketle kıyasın delil olabileceği neticesini çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında genişce ele alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: "Biz "Mahsûl" isiml i kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini kabul etmişizdir. Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız: İtibâr, bir şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır.

    Onun için göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden y anağa geçmektedir. Geçide ma`ber, vasıtasına mi`bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün olur.

    Hislerle bilinen

    ilme, ta`bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir. Çünkü onlar, mânâları söyleyenin lisanından dinleyenin aklına naklederler. "Mutlu insan, başkasından ibret alandır." denilir. Çünkü Onun aklı başkasının halinden kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı müfessirler demişlerdir ki, itibâr, eşyanın hakikatlerine ve ifade ettikler i mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla onların cinsinden başka şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah Teâlâ`nın itibâr ile emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin olduğu söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretle r ine güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti. Sonra da buyurdu ki, "ibret alın ey basiret sahipleri!"

    bunun anlamı, Allah`tan başka bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid (kendisini ibâdete veren) zühdüne güvenm e melidir. Çünkü onun zühdü Belam`ın zühdünden çok olamaz. Alim de ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü Râvendi`ye bakınız çok fazla gayret göstermesine rağmen nasıl oldu? Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah`ın fazl ve rahmetinden başkasına itimadı doğru deği l dir. İkincisi: bu ifadeden maksat, insana zulmün, küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini göstermektir. Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya uğradılar ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda bulunulabilir. Bu itibârın doğru olabilmesi için "onlar zulüm yaptılar ve küfrettiler de azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm ve küfürleri oldu" dememiz gerekir. Halbuki böyle de n ilmesi genelleme ve akis kurallarına göre yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm yapmış ve küfretmiştir de dünyada azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş değildir.

    Çünkü Hz. Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz kalmışlardır.

    Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi itibâriyle fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir de asılda sabit olan h ü küm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin elleriyle harab etmiş olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek olursak o zaman her zulüm ve küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun böyle olmadığı anlaşılınc a bu itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu soruya şöyle cevab verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır. Birincisi, evlerinin kendi elleri ve müminlerin elleriyle tahribi. İkincisi, bundan daha genel olarak dünyada azab verilmesi. Üçü ncüsü ise, ikinciden daha genel anlamda mutlak azabtır. Zulüm ve küfredenlere verilecek azabın da mutlak azab olması daha münasiptir. Yani onun tahrip edilmesi, yahut dünyada öldürülme şeklinde azab görme veya bu azabın ahirette vuku bulması, illete tesir eden hususlar değildir. Şu halde kıyas konusunda şu söylenebilir: Zulüm yapan, küfür ve tekzip edenler mutlak azab görürler. Bu azabın dünyada mı, âhirette mi yoksa her ikisinde de mi meydana geleceğinin tayini istenmiş değildir. Zulüm ve küfür mutlak az a ba layık ve münasiptir. Bu suretle denilebilir ki, zulüm ve küfür azaba sebebtir. Onlar meydana geldi mi, gerek dünyada gerek ahirette azab da meydana gelir. İşte kıyâs ve itibâr bu suretle izah edildiği takdirde itiraz ortadan kalkıp, kıyas sahih bir tarzda tamamlanmış olur." Nitekim bu mânâ ve sebeb, şu âyetlerle ayrıca hatırlatılarak buyurulmuştur ki,

    3. Ve eğer Allah onların üzerine o celâyı yazmamış olsaydı. Celâ, iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden celv`den meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle yurtlarından tezikmelerini takdir etmiş, üzerlerine ya z mış olmasaydı herhalde kendilerine dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab değil, bir lütuf ve müsaade sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret almayan Benî Kureyzâ`nın, eli silah tutanları idam edilmişlerdir. Onlar aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi, fakat Allah Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azab vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır yani cehennem aza b ı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.

    4. Ve eğer Allah onların üzerine o celâyı yazmamış olsaydı. Celâ, iclâ gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak, açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden celv`den meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa çıkarılmış mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy, iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama, sıçratma tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle yurtlarından tezikmelerini takdir etmiş, ü z erlerine yazmış olmasaydı herhalde kendilerine dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab değil, bir lütuf ve müsaade sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret almayan Benî K ureyzâ`nın, eli silah tutanları idam edilmişlerdir. Onlar aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi, fakat Allah Teâlâ onlara dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azab vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır yani c ehennem azabı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.

    5. Herhangi bir line kestinizse. Lîne, birçoklarına göre hurma ağacı demektir.

    Aslı "Levin" den "livne" şeklinde türemiş olup, "yâ"sı "dime" gibi vavdan kalbedilmiştir. Çoğulu, "lun" ve "elvân"dır. İbnü Abbas ve bazı âlimler, "acve" yani balçık hurma denilen kısmı dışındaki hurma çeşitlerine "line" denildiğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde "acve" ile "bernî" haricinde bulunan hurmalar olduğunu ileri sürmüştür. Sevrî, "hurma ağacının en değerlisi" demiş, Cafer-i Sâdık`dan "acve", Esma`hi`den de "Dekâl" diye nakledilmiştir. Bazıları da yâî olup, yumuşaklık anlamına gelen "lin"den türemiş olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü çoğulu "liyen" ve "liyan" da gelmektedir. Yumuşaklık mânâsı dolayısıyla ağaç dalları diye tefsir edenler dahi olmuştur. Buna nazaran "line"nin mutlak yaş ağaç mânâsına olması da mümkündür. Çünkü lîne, hurma ağacı demek olduğuna göre hükmün delaletinde umûmî anla m vardır.

    Kısacası, harp esnasında herhangi yaş bir ağaç kestinizse yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa hepsi Allah`ın izniyledir. Bu izin de o fasıkları perişan etmek içindir.

    6. Fesad için değildir. Allah`ın, Resulüne onlardan verdiği ganimetlere gelince; İfâe, feyi kılmak, yani fey` (ganimet) olmak üzere vermek, havale etmek demektir. Fey`

    de lugatte, rücû yani dönmek, çevrilmek ve dönen gölge mânâlarına mastar ve isimdir. Rağıb der ki; "Fey` ve fie, övülmüş hâle dönmektir." Nit e kim "Allah`ın buyruğuna dönünceye kadar." (Hucurât, 49/9) âyetinde de aynı anlam vardır. "Gölge döndü." ifadesi de bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü zaman "fey" denilir. Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey` adı verilmiştir. Şer`an da fey`, kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi gelirler demektir. Ebu Hafs Ömer en-Nesefî adlı eserinde fey`

    ile ganimeti şöyle tarif etmiştir: Fey`, kâfirlerin mallarından ganimet ve haraç kabilinden müslümanların eline geçen şe y lerdir. Ganimet ise, müslümanların kâfirlerden aldıkları maldır." Bunun mânâsı, fey`in ganimetden daha genel olmasıdır.

    lûsî`nin zikrettiğine göre bazı Şâfiî kitaplarında fey` ile ganimet şu şekilde ayrılmaktadır. "Fey`, savaşmadan at ve deve koşturmaksızın kâfirlerden elde edilen maldır. Ganimet ise, Cizye, ticaret öşrü yani gümrük ve kıtal olmaksızın andlaşma yaptıkları veya iki ordu karşılaşmaksızın korkudan bırakıp terkettikleri ve irtidât üzere ölen yahut katledilen mürted (dinden dönen)in ve vâriss i z ölen zimmî`nin andlaşma yapan veya aman dileyenlerin bıraktığı mallar gibi savaştan veya karşılaştıktan sonra alınan mallardır.

    Ganimet, harbî ve aslî olan kâfirlerden savaş yoluyla elde edilen maldır. İki ordunun karşılaşması ve bizim tarafımızdan yapılan hareket de savaş hükmündedir.

    Ashabımızdan yani hanefîlerden de bu farkı ortaya koyanlar vardır. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir.

    Hükmü, Enfâl Sûresi`nde geçen "Bilin ki, ganimet olarak a l dığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah`a, Resulüne..." (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey` ise harp bittikten ve feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf edilir." Sözkonusu bu fark, "Hidaye" ve şerhlerinde de zikredilmektedir. Demek oluyor ki Fey` tabiri ganimetten daha umumi bir anlama gelmekle beraber onun karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Şu halde "ifâe" fey` denilen bi r dönüştürmeyi gerçekleştirmek demektir. Ganimetin hükmü, Enfal Sûresi`nde "De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir. (Enfal, 8/1), "İyi bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah`a, Resulü`ne Resulün yakınlarına yetimlere y oksullara ve yolculara aittir.." (Enfâl, 8/41) âyetleriyle dar ve geniş çerçeveden beyan edildiği gibi, burada daha geniş olan fey` hükümleri ondan farklı olmak üzere özel ve genel anlamda açıklanacaktır. Önce şunu belirtmek gerekir ki, âyette geçen za m irinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir`dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)`a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah`ın eline verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi de m ektir. Resulullah`ın önceden onların sahibi olmadığı halde, bunun dönüşüm mânâsını içeren "ifâe" tabiriyle zikredilmesi onların hakiki sahibinin Allah Teâlâ olması itibariyle o malların, Allah`a karşı gelen kâfirlerin ellerinde bulunuşunu, onu gasb edeni n elinde bulunuşu gibi göstermiş ve böylece onları Allah tarafından teslim almaya en selâhiyetli olan zâtın Allah`ın Resulü olduğunu ifade ederek bu malın ona tesliminin ilk sahibine iâde anlamı taşıdığı nüktesine işâret etmiştir. İşte harpcı kâfirlerin müminlere ganimet olarak geçen mallarında da hep böyle bir iâde mânâsı vardır.

    Çünkü Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51/56) âyetinde ifade edildiği üzere insanları, kendisine ibadet ve kulluk etm e k için yaratmış, malları da itaat ve kulluğa vesile kılmak için halketmiştir. Bu yüzden onlara layık olanlar isyankârlar değil, itaatkâr olan kullardır. Bu nükteye binâen elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimete, haraç ve cizye gibi gelirlere şer ` an fey` adı verilmiştir. Rağıb İsfahânî`nin nakline göre bu mala fey` denilmesi, gölge mânâsına gelen fey`a benzetmek suretiyle, dünyanın en şerefli (alâmeti) a`razı olan malın geçici bir gölge gibi olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim şâir de şöyle dem i ştir: "Malı öğleden sonra dönen gölgeler (gibi) görüyorum." "Dünya geçici bir gölgeden ibarettir." Nadir Oğulları`nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey` olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir`de olduğu gibi Enfâl Sûresi`de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah`a aid bir fey`

    olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah`ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirl e rden fey` olarak Resulü`ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve. Îcâf, defretmek ve yürek oynaması gibi hareket ettirip muzdarip kılmak, atı yahut deveyi vecif denilen hızlı yürüyüşle yürütmek ve akın etmek mânâlarına geldiğinden müfessirlerin bir kısmı bunu, hareket ettirip yormak, bir kısmı da, vecif diye isimlendirilen seri yürüyüşle yürütmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda Kamus Mütercimi de şunları söylemektedir: "Vecif, at ve devenin bir çeşit yürüyüşüne denir. B ununla maksat, at ve devenin silke silke yürümesidir ki, buna linke kalkmak denir. Menzil beygiri gibi." Merkeb gibi binilir demek olan rikâb da deve hakkında yaygındır. Hatta rakib tabiri bile daha çok deve için kullanılmaktadır. Ata binen kimseye fâris d enir. Nitekim biz de süvâri dediğimiz zaman bununla ata bineni kasdederiz. Nadir Oğulları`nın köyleri Medine`ye iki mil mesafede olduğu için oraya sadece piyade olarak gidilmiş, yalnız Resullullah lif yularlı bir merkebe binmiş ve fazla bir öldürme olayı d a meydana gelmemişti. Ve lakin Allah resullerini dilediği kimselerin üzerine musallat kılar gönüllerine korku düşürür ve hükmünü yürütür. Ve Allah her şeye kadirdir. Dilediğini yapar. Bazen açık vasıta ve aletlerle yapar. Bazen de sırf İzzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar ki, Nadir Oğulları`nın basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere anlaşmaları da böyle olmuştu. Onun için bazıları, bu âyetin Fedek hakkında nazil olduğunu sanmışlar, "çünkü Nadir Oğulları`nın etrafı kuşatıldı ve öldürüldüler, Fedek`te ise bunlar olmadı" demişlerdir. Ancak bu görüş, sahih haberlere ters düşmektedir. Ayrıca Nadir Oğulları`na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir. Buharî, Müslim Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer demiştir ki, "Nadir Oğulları`nın malları, Allah Teâlâ`nın, Resulü`ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah`a mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti." Dahhâk da demiştir ki, "Bu mallar Resullullah`a tahsis edilmişti.

    Ancak o ikramda bulundu da muhacirler arasında taksim etti. Ensâra ondan bir şey vermedi. Yalnızca Ebu Dü c âne Semmâk b. Hurşe, Sehl b. Hüneyf ve Hâris b. Sımme adlı üç zata verdi. Çünkü onların buna ihtiyaçları vardı." Sa`d. b. Muâz`a da İbnü Ebi`l-Hakîk`in bir kılıcını vermişti ki, aralarında o kılıcın şöhreti vardı.

    7. Özellikle Beni Nadir`den dönen ganimetin hükmü böyledir ancak diğerlerinden elde edilen ganimetler nasıl olacaktır? Denilirse bunun cevabı şu âyette görülebilir. Allah`ın Resulü`ne kent halkından verdiği ganimetler. Bazıları bu ganimeti, harb esnasında alınan ve hükmü Enfâl Sûresi`nde açıklanan ganimetin dışında telakki etmişlerse de, İmam Ebu Yûsuf`un "Kitâbu`l-Harâc" adlı eserinde tafsilatlı olarak yapmış olduğu rivayette, Hz. Ömer`in harb yoluyla fethedilen Irak toprakları ve halkıyla ilgili ganimetlerin taksimini isteyen Zübeyr, Bilâl, Selmân-ı Fârisi ve diğerlerine karşı sahâbiler şurasında bu âyetlerle delil getirerek, gelecek müminlerde dahil olmak üzere bütün müslümanların menfaatı adına halkın hür ve arazilerinin ellerinde "arâzi-i haraciyye" haraç arazileri olarak kalması h ususunda onları ikna etmiş olması bunun, gerek ganimet gerek haraç ve cizye gibi kâfirlerden elde edilen bütün gelirleri içine aldığını göstermektedir. Yani fethedilen kâfir kentlerinin halkından Resulullah (s.a.v)`a verilen gerek ganimet, gerek harac ve v ergi gibi bütün gelirler de Allah için ve Peygamber için ve ona yakın olanlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Bu âyetin açık anlamı, ganimetin altıya taksim edilmesini ifade etmektedir. Bu yüzden bazı âlimler demişlerdir ki, ganimet altı hisse yapılır, Allah`ın hissesi Ka`be ve diğer mescidlerin tamirlerine sarf edilir. Bazıları da, İbnü Abbas ve Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye`den gelen rivayetlere dayanarak, âyette Allah`ın zikredilmesinin sırf hürmet ve uğur için olduğ u nu, Allah ve Resulü için bir olmak üzere beş hisseye bölünmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. limlerden bir kısmı da, ganimetle olduğu gibi Hz. Peygamber`e ayrılan beşte bir hisse de beşe taksim edilir. Çünkü Resulullah beşte biri böyle taksim eder ve k a lan beşte dördü de uygun gördüğü şekilde sarf ederdi, demişlerdir. Bu Şâfii`nin kavl-i cedîdi (yeni görüşü)dir. Bunun doğrudan doğruya "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah`a ve Resulü`ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksull a ra ve yolculara aittir." (Enfal, 8/41) âyetine benzediği göze çarpar. Fakat Enfal, 8/41`de beşte bir kaydı açıkça ifade edildiği halde burada zikredilmemiş, hüküm genelde nisbet edilmiştir.

    Binaenaleyh ganimetin beşte biri alınıp beş hisse olarak sarfedil i rse de, her ganimetin de beşte birinin alınması gerekli değildir. Onun için Hanefiler, ganimetin dışındaki gelirlerin beşe taksim edilmesinin gerekli olduğunu kabul etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği şekilde, en önemli olanı daha az öneml i olana takdim etmek suretiyle bütün müslümanların yararına olan işlere sarfedilmesine kail olmuşlardır ki burada zikredilenler en önemlilerini teşkil etmektedir. Resulullah (s.a.v)`ın hissesi icmâen kendisine âid olup, ondan kendisinin ve çoluk çocuğunun n afakasına sarfederdi. Ayrıca bazı hanımlarının bir yıllık yiyecek ve içeceklerini karşılayacak miktarı ayırır ve geri kalanı da müslümanların menfaatına olan işlere harcardı. Hanefilere göre Hz. Peygamber`in vefatından sonra onun için ayrılan hisse artık, ortadan kalkmıştır. Çünkü Râşid Halifeler bu suretle amel etmişlerdir ve onlar Allah`ın dini konusunda güvenilir kimselerdir. Ve çünkü türemiş bir sıfat olan resul vasfı üzerine hüküm, esas olan risaletin sebep oluşunu gerektirir. Ondan sonra ise resul yo k tur. İmam Şâfiî`nin bir görüşüne göre de Hz. Peygamber`den sonra da imama verilir. Çünkü Resulullah`ın tebligatına karşılık ücret almadığını göstermek için onun hak ettiği malı, peygamber olması sebebiyle değil devlet başkanı olması yönüyle düşünmek gerek i r.

    Şâfiîlerin çoğuna göre Resulullah`ın vefatından sonra beşte birin beşte bir hissesi, müslümanların yararına olan işlere sarfedilir ki, sınır bekçileri, ülke kadıları, dinî ilimler ve onların vasıtalarıyla uğraşan ilim adamları, öğrenciler, ayrıca imaml a r, müezzinler ve müslümanların umûmi menfaatlarıyla ilgili işlerle

    meşgul olup da herhangi bir kazanç elde edemeyen diğer kimseler ve bunlara ek olarak kazanç temininden âciz olanlar bu cümledendir. Malın fazlalığına ve azlığına göre dağıtım devlet başkanının kanaatine bırakılmıştır. Bu dağıtım işinde en önemli olan, kendisinden daha az önem taşıyana takdim edilir. Bunlar içinde en önemlisi sınır bekçiliğidir. Sahih bir hadisde "Allah`ın size verdiği ganimetten bana ancak beşte bir vardır. O beşte bir d e yine size verilir, yani sizin yararınıza sarfedilir." buyurulmuş olması da bunun müslümanların menfaatına olan işlere harcandığını göstermektedir. Bu hadisin anlamı, Peygamber (s.a.v)`in hissesinin hayatında olduğu gibi, ayrıca taksim edilerek sarfedileb i leceğini ifade ettiği gibi, Hanefilerin dediği şekilde diğer hisselere eklenerek onlarla beraber sarfedilmesi tarzında da anlaşılabilir. yette ikinci sırada zikredilen, "zilkurbânın (akrabaların) hissesidir. Zilkurbâ`dan maksat, Resulullah (s.a.v)`a yakı n lığı bulunan Haşim Oğulları ile Muttalib Oğulları`dır. Zira Resulullah bunlara hisse vermiş, bunların ana-baba bir kardeşleri Abdi Şems Oğulları`na ve onların zürriyetlerinden olan Osman`a ve baba bir kardeşleri Nevfel`e hisse vermemiştir. Ebu Dâvûd ve d a ha başkaları senediyle Said b. Müseyyeb`den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Cübeyr b. Mut`im (r.a) bana haber verdi de dedi ki: "Hayber günü olduğu vakit Resulullah (s.a.v) zevilkurbâ hissesini Beni Haşim ve Beni Muttalib`e verdi, Beni Nevfel ile Ben i Abdi Şems`i bıraktı. Bunun üzerine ben ve Osman b. Affân (r.a) beraber gittik, Resulullah`ın yanına vardık ve "Ya Resulullah, şunlar Beni Haşim, Allah Teâlâ`nın seni onların arasına koyduğu yerden dolayı biz onların üstünlüklerini inkar etmeyiz. Fakat ka r deşlerimiz Muttalib Oğulları`nın üstünlüğü nedir ki, (ganimet hissesinden) onlara verdin de bizi terkettin. Halbuki yakınlığımız aynıdır." dedik. Cevaben Hz. Peygamber, "Ben ve Beni Muttalib cahiliyyede de, İslâmda da ayrılmayız, biz ve onlar bir şeyiz." b uyurdu ve parmaklarını birbiri arasına geçirdi." Bu cevab ile Resulullah, bu konuda yakınlıktan maksadın yalnız hısımlık yakınlığı olmayıp nusrat, yani yardıma dayalı bir yakınlık olduğunu göstermiş ve cahiliyye döneminde Muttalib Oğulları`nın kendisiyle uyum içinde olup yaptıkları dostluk ve yardıma işaret

    etmiştir. Çünkü o zaman savaş yardımı söz konusu olamazdı. Binaenaleyh "Biz ve onlar bir şeyiz." buyurulması, Siyer kitablarında da anlatıldığı gibi, Kureyş kabilesi, Beni Hâşime ne alış-veriş ne de nikâh akdi yapmamak üzere boykotla ayrılık ilân ettiği zaman onların, Peygamber`in kabilesine dahil olduklarına işaret sayılmaktadır. Bu sebebledir ki, savaşmaya güçleri olmayan zürriyetleri dahi ganimetten hak almaya dahildirler. İşte Resulullah`a yakınlık t an murad`ın, kendilerinden geçmişte tahakkuk eden bir yardım sebebiyle meydana gelen yakınlık olduğuna işaret edilerek, Hâşim oğullarıyla Muttalib Oğulları`nın bir kalb ile hareket eden vücud gibi hem cahiliyyede ve hem de İslâm`da kendisiyle beraber oldu k ları için böyle bir yakınlığa hak kazandıkları ifade edilmiştir. Bu yüzdendir ki âyette çoğul sigasıyla zevilkurbâ denilmeyip, tekil olarak zilkurbâ denilmiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel demişlerdir ki: "Beni Haşim ve Beni Muttalib`den olan yakınlara beşte birin beşte biri verilir. Bunların fakir ve zenginleri müsâvidir. Söz konusu bu ganimet malı, "Erkek için kadının iki misli (pay) vardır.." (Nisâ, 4/11) âyeti gereğince taksim olunur. Müzeni ile Sevri de "Bu taksimde erkek ve kadın eşit oranda alır. Uzağa da yakına da verilir." demişlerdir. yetin mutlak mânâda zahiri itibariyle anlamı da budur.

    İmam Mâlik`e göre ise bu tamamen devlet başkanının fikrine bırakılmıştır.

    Dilerse aralarında taksim eder, dilerse bazısına verir, bazısına vermez ve yine d i lerse daha önemli bulduğu takdirde başkalarına verip onlara vermez. Bizim Hanefi mezhebi imamlarının tercihine gelince, bu hususta şunları söyleyebiliriz. Hidâye ve şerhlerinde izah edildiği gibi zilkurbâ, hadiste Beni Haşim ve Beni Muttalib`e tahsis edil m iştir Ancak onlara müstakil bir hisse gerekmeyip sadece fakirlerine, öksüzlerine ve yolcularına verilir ve bu sınıflardan olanların, diğerlerine karşı öncelik hakkı vardır. Çünkü zikredildiği gibi Resulullah onlara geçmişteki yardımlarından dolayı vermiş v e buyurmuştur ki, "Ey Haşim oğulları topluluğu! Allah Teâlâ sizler için insanların yıkantılarını ve kirlerini yani zekat ve sadakalarını iğrenç gördü ve onun yerine size beşte birin beşte birini verdi." Bu hadis, bir hisseye delalet etmekle beraber, sa d aka karinesiyle vermeye sebeb olan şeyin fakirlik olduğuna da işaret etmektedir. Onun için Resulullah zamanında bu hisse kendisine yapılan yardım sebebiyle verilmişse de vefatından sonra kaldırılıp, fakir olanlara verilmeye başlanmıştır. Raşid Halifeler`i n dördü de, onlara ayrıca bir pay ayırmayıp beşte birin, birini yetimlere, birini miskinlere, birini de yolculara olmak üzere üç hisseye taksim etmişlerdir. Hz. Ali, üç halifeye bazı meselelerde muhalefet etmekle beraber hilafeti esnasında bu konuda muhale fette bulunmamıştır. Onun için İmam Şâfiî`nin de dediği gibi hisseye kail olurdu diye yapılan rivayet sahih olsa bile bunu, halifeliğinde diğer üç halifenin görüşlerine döndü, şeklinde yorumlamak daha doğru olsa gerektir. Beni Haşim ve Beni Muttalib`in ga n imetten pay sahibi olmaları, Peygambere yakınlıktan başka fakirlik sebebine dayandırılmış olmakla beraber ayrıca âyette zikredilmelerinin faydası nedir? diye sorulursa, cevaben denilir ki, bunun faydası, onların fakir olanlarına sadaka helal olmadığı cihe t le ganimetten bir hisse de alamayacakları şeklindeki bir zannı ortadan kaldırmaktır. Mamafih hadisler araştırılınca bu konuda bir hayli ihtilâfın olduğu göze çarpar. Bu cümleden olmak üzere halifelerin onlara fakir ve zengin ayırımı yapmadan verdiklerini g österen haberler de yok değildir. Ehl-i Beyt`in tercihi de budur. İbnü Hümâm "Fethü`l-Kadir"de der ki: "Ebu Davud, Said b. Müsseyeb`in şöyle söylediğini nakletmiştir: "Cübeyr b. Mut`im (r.a) bize haber verdi ki, Peygamber (s.a.v) ne Beni Abdişşems`e ne de Beni Nevfel`e beşte birden bir hisse taksim etmedi.

    Ancak Beni Haşim`e ve Beni Muttalib`e pay veriyordu. Ebu Bekir de beşte biri Resulullah`ın taksim ettiği şekilde paylaştırdı. Ancak o, Peygamber`in verdiği gibi Resulullah`ın akrabasına vermiyor, Ömer ve ondan sonrakiler de veriyorlardı. Bu rivayette Ömer`in verdiğinde zahiren fakirlik kaydı görülmüyor." Bir de Ebu Davud`un Abdurrahman b. Ebi Leyla`dan şöyle bir rivayeti vardır. Hz. Ali`yi işittim diyordu ki: "Ben, Abbas, Fatıma ve Zeyd b. Hârise Hz. Peyg a mber (s.a.v)`in huzurunda toplandık. Ben, "Ya Resulullah eğer uygun görürsen beni şu beşte birden alacağımız hak konusunda görevlendirsen de senin hayatında onu taksim etsem ki, sonra kimse bana itiraz etmesin. Eğer münasib görürsen bunu yap dedim. O da y aptı (yani izin verdi.) Ben de onu Resulullah (s.a.v)`ın hayatında, sonra da Ebu Bekr`in başkanlığında taksim ettim. Nihayet Ömer`in halifeliğinin son zamanlarında ona birçok mal geldi. O da bizim hakkımızı ayırdı, sonra da onu bana gönderdi. Ben de Hz. Öm er`e bu sene bizim malımız var, müslümanlar ise ihtiyaç içindeler bunu onlara sarf et, dedim. Ömer de öyle yaptı. Ömer`den sonra da kimse beni taksim için çağırmadı. Ömer`in yanından çıktıktan sonra Abbas`a rastladım bana, "Ya Ali, bu sabah sen bizi bir ş e yden mahrum ettin. Artık bundan sonra o bize verilmez." dedi. Abbas dâhî bir adamdı." Bu rivayette de verilen malın fakirlikle kayıtlanması, söz konusu değildir. Nasıl olur ki Abbas`a da mal veriliyordu ve fakirlikle tavsif edilmiş

    değildi. Hafız Münziri bu rivayetin zayıf olduğuna kanaat getirmiş ve demiştir ki: "Cübeyr b. Mut`im hadisinde Ebu Bekir, Peygamber`in yakınlarına taksimden pay vermemiştir. Ali`nin rivayet ettiği hadisde ise, onların da hisse aldıkları görülmektedir. Bu yüzden Cübeyr hadisi sah i h, Ali hadisi sahih değildir."

    İbnü Hümâm bunları naklettikten sonra şöyle der: "Râşid Halifeler`in Peygamber`in yakınlarına mal vermedikleri görüşünün asıl dayanağı şudur.

    yette geçen ifadesi, harcama mahallini beyandan ibarettir. Yoksa belirtildiğ i gibi kazanılmış bir hak değildir. Eğer o elde edilen bir hak olsaydı, Resulullah (s.a.v)`dan sonra halifelerin onları bu haktan men etmeleri caiz olmazdı. Çünkü onun yakınları, cahiliyye döneminde Hz. Peygamber`e yaptıkları yardımlarla kayıtlanmışlarsa d a onlar, Peygamber`den sonra da yaşıyorlardı. Binaenaleyh bu durumda da onlara pay vermek vacib olurdu. Madem ki bundan men edilmişlerdir demek ki, zilkurbâdan maksat, malın harcama mahallini göstermektir. Yani âyette zikredilenlerden her biri, bir harcama mahallidir, hatta bunlardan, mesela yalnız yolculara yahut yetimlere verilmesi gibi bir tek sınıfa vermek de caizdir. Tuhfe`de, "yette geçen üç sınıf, bize göre beşte birin harcama mahallidir. Bu da kazanılmış bir hak değildir. Hatta sadakatta olduğu gib i bunlardan yalnız bir sınıfa sarfedilse de caizdir." diye zikredilmiştir. Bu görüş, İmam Mâlik`in görüşüne yakındır.

    Fakat İmam Ebu Yusuf, (r.a.) Kelbi, Ebu Salih ve İbnü Abbas (r.a)`tan rivayet etmişdir ki, "Humus (beşte bir), Hz. Peygamber zamanında beş hisse üzerine taksim olunurdu. Bu, Allah ve Resulü için bir hisse, zilkurbâ için bir hisse, yetimler için bir hisse, miskinler için bir hisse ve yolcular için bir hisse şeklinde idi.

    Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) üç hisse olarak taksim ettiler. Bunlard an biri yetimler, biri miskinler biri de yolcular içindi." Aslında bu rivayeti nakledenlerden Kelbi, hadisciler nazarında zayıf bir râvi olarak gösterilmişse de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki ayrı rivayet daha vardır. Tahâvi, Muhammed b. Huzeyme, Yus u f b. Adi, Abdullah b. Mubarek ve Muhammed b. İshak`tan şu rivayeti nakletmiştir. Bu rivayette Muhammed b. İshak demiştir ki, "Ebu Cafer`e, yani Muhammed b. Ali`ye, "Ne dersin? Hz.Ali (r.a.) insanların başına geçip tasarruf yetkisini eline aldığı zaman Peygamber`in yakınlarının hisseleri konusunda ne yaptı? diye sordum. Dedi ki, "vallahi o da Ebu Bekr ve Ömer`in yolunda yürüdü." "O halde siz nasıl oluyor da o söylediğiniz şeyi söyleyebiliyorsunuz?" dediğimde bana, "Vallahi onun ehli ancak onun görüşüyle h a reket ediyorlardı." dedi. Ben de ona dedim ki, "Öyle ise Hz.

    Ali`yi meneden ne oldu?" O da, "Vallahi Ebu Bekr ve Ömer`in görüşüne muhalefet etmekle aleyhinde söylenecek sözleri hoş karşılamadı." şeklinde cevap verdi." Demek ki Hz.Ali de dahil olmak üzer e Hulefa-i Râşidin`in Peygamber`in yakınlarına ayrıca bir hisse vermediklerinde ihtilâf edilmemiş, ehl-i beyt dahi bunu itiraf etmiştir. Bu hususta sahâbilerden de her hangi birinin muhalefeti rivayet edilmediği için, zevilkurbâya hisse ayrılmasının vacib o lmadığı konusunda icmâ meydana gelmiştir. Şüphe edilmemesi gerekir ki, eğer Hz. Ali önceki görüşünün doğru olduğunda ısrarlı olsaydı, halifeliği esnasında onun tersini yapması caiz olmazdı. Bu, en azından duruma göre o hissenin kaldırılmasını kabul etmek v e diğer halifelerin görüşlerine dönmektir. Bununla, İmam Şâfii`nin yukarıda zikredilen Ebu Cafer Muhammed b. Ali`den rivayet ederek delil getirdiği şu habere de cevap verilmiş olmaktadır. Ebu Cafer demiştir ki, "Hz.Ali`nin humus konusundaki görüşü, ehl-i b eytinin görüşü idi. Ancak O, Ebu Bekir ve Ömer`e muhalefet etmeyi hoş görmedi." Ve yine demiştir ki, "Ehl-i beytin dışında icmâ da olmaz." Çünkü bunda dört halife`nin hisse vermedikleri rivayeti hem ehl-i beytten Muhammed Bâkır, hem de İmam Şâfii tarafın d an kabul ve tasdik edilmiştir. O halde bu noktada münakaşaya yer yoktur. İkincisi, Hz. Ali`nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer`e muhalefeti hoş görmediği ve Onun için bu meselede kendi re`yini tatbik etmeyip onların yolunda yürüdüğü kabul edilmiştir. Şu halde o nlara muhalefeti hoş görmemesi de, Hz. Ali`nin son görüşü demektir. Binaenaleyh onun görüşünden ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin dahi onun hoş görmediğini hoş görmemeleri, önceki görüşünden dönmesini kabul etmeleri ayrıca Hz. Ali`yi, kendi vicdan ve itikadınca haklı bildiği kimseleri haklarından men edip, korku ile takiyye (gizlenme) perdesine bürünmüş bir zorlanan mevkiinde farz etmekten çekinmeleri gerekir. Üçünçüsü, ehl-i beytin haricinde icmâ vaki olmayacağı sözü, esasen doğru olmakla beraber y ukarıda adı geçen Muhammed b. Ali, Tahâvi rivayetinde zikredildiği şekilde ehl-i beytin ancak Hz.Ali`nin görüşü doğrultusunda hareket ettiklerini söylemiştir. Hz. Ali de muhalefet etmeyi hoş karşılamayıp Ebu Bekr ve Ömer`in, yolundan gittiğini beyan etmiş olduğundan, asıl olan Hz. Ali`nin muhalefetten çekinmesiyle icmânın fiilen tamam olup, ona tâbi olan fürûun ayrıca bir hükmünün olmamasıdır. Durum böyle olunca ehl-i beytin dışında bir icmâdan söz etmemek gerekir ki, bütün bunlar ayrıca bir hisse taksiminin vacib olmadığı konusundaki Hanefi imamlarının görüşlerini kuvvetlendirmektir. Şunu da unutmamak gerekir ki, dört halifenin zevilkurbâya ayrı bir pay vermediklerini söylemek, onların elde ettikleri hakları büsbütün ortadan kaldırmak demek değildir. Anc a k kazanılan bu hak için fakirlik ve ihtiyaç durumu gözetilerek geçmişte Peygamber`e yardımı dokunan zevilkurbâ (yakınlar)ya öncelik sırası verilmiştir. daki "lâm" istihkâk (hak kazanma) mânâsını ifade eder. Yetimler, miskinler ve İbnü sebilin (yolcunun) " lâm"sız olarak "Lizilkurbâ"ya bağlanması da, hepsinin istihkâk sebebinin aynı olduğunu gösterir. Bu sebebin fakirlik olduğu da, "Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." âyetinin ifade ettiği illetle ayrıca hatırla t ılmış olmaktadır. Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istihkâka tâbi tutarak, yerine göre dört, üç veya bir sınıf olmak üzere taksimin caiz olması, duruma yahut da malın müsadesine göre sarf etme şeklinin devlet başkanının kanaatine bırakılması, n a zmın üslubuna en uygun mânâdır. Ancak dört halife de üç sınıfa taksim etmiş olduklarından, hanefiler de bu görüşü tercih etmişlerdir. İbnü Hümâm`ın naklettiğine göre "Tuhfe"-de tek bir sınıfa verileceği de caiz gösterilmiştir. Yalnız "Tuhfe"nin "istihkâ k yoluyla değil" cümlesinden, istihkâkı ortadan kaldırma mânâsı anlaşılmamalıdır. Zira daki "lâm" hepsinde de bir istihkâkın varlığına delalet etmektedir.

    Yetâmâ`dan murad, yetim olan fakirlerdir. Yetim, babası olmayan çocuktur.

    Müslüman ve fakir olması şarttır. Zira yetim tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi "İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." ibaresi de bu şartları göstermektedir. Babası olmamak, babanın vefatıyla olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla doğmak l a da olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da yetim tâbirine dahildir. Lekît`in ise, babası olmadığı tahakkuk edemeyeceğinden mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.

    Miskin, hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz yoksula denir. Yoksull uktan durgun bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre de, yeterli miktar malı olmayana denir.

    Kamus`da "Fakr" maddesinde fakir ile miskinin farkına dair bir izah vardır ki, Okyanus`da mütercim şöyle der: "Arablar, fakir ile miskinin arasını ayırırlar." B a zılarına göre fakir, ölmeyecek derecede yiyebileceği kadar gıdası

    bulunan, miskin ise asla bir şeyi bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana, miskin de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a) demiştir ki "Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı olmayana, yahut da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar kazanamayanlara denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki, sanatları varsa da ailelerinin nafakalarını temin edemeyip başkalarından ist e rler yahut fakir yeterli miktar geçimi olana, miskin ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de miskin, durumu fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de aynı mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga k emikleri kırılmış olana da denir.

    Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu anlamdadır." Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani fakir, nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden daha düşkün olandır.

    İbn-i Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki memleketinde mal ve mülkü olsa bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı duruma düşmüş ise buna da yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları da, bu mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğr u ya kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir gelir kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de haklarında en faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet başkanının re`yine bırakılmalıdır.

    Ganime tten bunlara, yani zülkurbâ, yetâma, mesâkin ve İbn-i Sebil`e hisse verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur. Tâ ki o ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaya. Dâl`ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile dev l et, servet, baht, mevki ve galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra`nın ileri gelen âlimleri demişlerdir ki: "Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre ile dûle (devlet), esre il e milk anlamındadır. Veya ötre ile servet, üstün ile zafer, galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi bazıları da, "Ötre ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden ele dolaşmak mânâsına mastar" olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı âlimlere göre de ikisi de aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin tamamında da "dâl"ın ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu, "dâl"ın ötresiyle beraber "tâ"yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar, Hişâm ile Ebu Câfer ise "dâl"ı ötre, "tâ"yı merfu okuyarak isim yapmışlardır. Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre ise tam fiil olup "Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir devlet olmaya." meâlinde olur. Öncekinde `nün altında müstetir (gizli) ismi `ya bağlı olduğu i ç in, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi bir prensip olup, mâlî ve iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur. Evvelkine göre âyetin mânâsı şöyledir: Allah`ın, Resulü`ne kent ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız içinizdeki zenginler gibi iş başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti`nin, cahiliyye döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp, fakirleri de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için on l ara da, söz konusu âyette zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için birer hisse veriniz.

    İkinci duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaması ve malın yalnız zenginler arasında dönen bir servet halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan ve iş başında bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.

    Lakin yalnız zenginler arasında bir devlet olmasın derken herkesin canı istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle sebebiyet verilmemesi için buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu alın yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse onu tutun. Ve yasakladığından vazgeç i n, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah`tan korkun da Allah`ın ve Peygamber`in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve manevî, dünyevi ve uhrev i mânâda korunmak için takva ile sarfedip israftan ve Allah`ın azabına düşmekten korunun. Çünkü Allah, azabı şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab eder.

    Nitekim nankör Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun iç i n ibret alınacak bir örnek vardır.

    Bu âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin hepsi Allah Teâlâ tarafından Resulü`ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir devlet olmaması için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu taksim etmek dahi âyeti gereğince Peygamber`e bırakılmıştır. Ülu`l-emre (âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için, buraya dahil olması gerekir.

    Zira bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de, müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır. Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes`ud (r.a.) demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar ve y aptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah`ın yarattığını değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur`ân okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına gidince, hemen İbnü Mes`ud hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki sen şöyle şöyle demişsin." dedi. O da, "Ben Peygamber`in lanet ettiği kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah`ın kitabında var." diye cevab verdi.

    Kadın, "Ben Mushaf`ın iki kapağı a rasında ne varsa okudum, ama onu görmedim." dedi. İbnü Mes`ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah Teâlâ`nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.." buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü Mes`ud da, "İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını verdi." İmam Şâfiî`den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, "Bana istediğinizi sorun Allah`ın kitabından ve Peygamber`in sünnetinden size cevap vereyim." demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Har u n, "İhramlı bir adamın eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?" diye sordu. İmam Şâfiî de cevabında, "Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b. Uyeyne, Abdulmelik b. Ömer`den, o Rib`ıyy b. Hiraş`tan, o Huzeyfe b. Yaman (r.a.)`dan nakletti ki, Resulullah (s.a.v) "Benden sonrakilere Ebu Bekr`e ve Ömer`e tâbi olun."

    buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene, Mis`ar b. Keddâm`dan o, Kays b. Müslim`den o, Tarık b. Şihab`dan o da Ömer b. Hattâb (r.a.)`dan rivayet etti ki, Hz. Ömer Zünbûr`u öldürmeyi emretti> dedi. Y a ni Hz.Ömer`in emrine uymayı Peygamber emretti.

    Peygamber`in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ Kitabında emretti. O halde Hz. Ömer`in emrini tutmak, Allah`ın emri gereğidir. Bu delil ile varılan netice, "mirin emri, âmirin âmirinin âmirinin emridir." şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik kıyası değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve Resulü`nün emirlerine muhalif olmayan ulü`l-emre itaat hü kmü de. "Ey iman edenler! Allah`a itaat edin, Peygamber`e ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Resulü`ne götürün..." (Nisâ, 459) âyeti ile delillendirilmiştir.

    Bir hadisde de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Dört şey tasarruf yetkisine sahip olan kimselere aittir. Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma namazlarıdır." Bu hadisi, Zemahşerî, "Keşşâf"da Cuma Sûresi`ni tefsiri münasebetiyle nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından "Hidâye" ve etrafında şöyle izah edilmiştir. Devlet başkanı bir beldeyi anveten yani zorla fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu Resulullah`ın Hayber`de yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim edilen arazi için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir. Dilerse Hz. Ömer`in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine cizye, yani şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve h araç da âyette zikredilen ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim edilmeyerek hepsi başta memleketin korunması olmak üzere mürtezikânın maaşı, yani devlet tarafından görevlendirilen askerler, işçiler, hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin i âşesi ve diğer faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır. Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç gibi fey (mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi vacib olan ganimetin beşte birinin d ışında kalanının dahi taksimi hususunda prensibi esas olmak üzere Resulullah`ın ve ona tâbi olarak müslümanların devlet başkanının bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet başkanının bu tercihi keyfî olmayıp, müslümanların ihtiyaçlarını ve devletin geleceğ i ni takdir etme yolunda ciddi bir ictihad kaydı ile şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.

    8. Bu noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: "Bu, yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber (s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber `den bedel yapmaya mani olan Allah Teâlâ`nın "Allah`ın dinine ve Peygamberi`ne yardım edenler.." (Haşr, 59/8) sözüyle Resulü`nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu "yetâmâ", "mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır. İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi "muhacir fakirler"

    sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar edilmesi, öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel olduğunun anlaşılması iç i ndir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî`nin sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan "Keşîf" sahibi, Zemahşerî`nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindek i durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde bir te`vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah`ın, peygamberi verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal olmasın. Fakat muhacir fakirler için ol s un." meâlinde olduğunu söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder. Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer`in beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel olmayıp, geri kalan sarf y e rlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir. Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet âyetler i nin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle gösterilmiş

    bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah`ın hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geç m işti. "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar ki yurtl arından

    ve mallarından çıkarılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah`tan bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı demektir. Rıdvân, "Allah`ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe, 9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah`ın rızasına denir.

    Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır. İmanlarını, Allah ve Resulü`ne k arşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde`nin şöyle dediğini rivayet eder: "Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulü`nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli sıkıntılar içi n de bulunmakla beraber İslâm`ı seçtiler. Hatta bize anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte bu insanlar, içinde bulundukları d ünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah`ın fazl ve rıdvânına iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah ve Resulü`ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı şiddetli olan Allah`tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber`in emrini tutmalı ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.

    9. Ve şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır. Bunun bağlandığı yer konusunda üç ayrı görüş vardır. Birincisi, "muhacirîn" üzerine atfedilmesidir ki, en kuvvetli görüş budur. Buna göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler gibi ganimetten hakları vardır. İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu görüşte de, m u hacirlere sadâkatte iştirakleri açıkça ifade edilmiş, ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla anlatılmıştır. Üçüncüsü ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, "vâv"ın, başlangıç harfi (isti`nâfiyye) `nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette de onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil olarak anlatılmış, ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber, bu sıfatlar dolayısıyla işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü bu üç takdirde de tercih ile övgü, esas itibâr i yle hak elde etme ve selâhiyetin sabit olduğu

    mânâsını ifade eder. Yoksa bir hak ve selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle başkasını tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.

    Ensârın sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki onlardan evvel yurdu hazırlayıp imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve hazırlanmak mânâlarına gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak, evlenmek ve bir yeri meb`e edinmek mânâlarına gelir.

    Meb`e de konacak yer, konak ve yurt deme k olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr, esasen etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin gereksinimlerini içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. B urada "ed-dâr"dan maksat da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm`dır. Bunların muhacirlerden evvel hazırladıkları ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk yayılmaya başladığı Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler "ed-dâ r"ı, Medine diye tefsir etmişlerdir. İlk önce Ensâr`ın Medine-i Münevvere`yi İslâm ve imana hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer muhacirler oraya hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru`l hicre, Arzullah, Medine, Taybe ve Tayyibe isimler i verildi. Ahzâb Sûresi`nde geçtiği gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine kelimesinin de medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği bilinmektedir. "dâr"e bağlıdır. İbnü tiyye`nin de dediği gibi mef`ul-i ma`ah olma s ı da mümkündür.

    Bu durumda bazılarının belirttiği gibi kabilinden olmak üzere gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz. Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce iman etmiş olanların bulunduğunda şüphe yoksa da, iman ile Medine`yi hazırlamak yönünden Ensâr ` ın öncelik hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih buradaki onların hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve güvenden evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin hicretinden önce Akabe bey`atıyla vat a nları olan Medine`yi dâr-ı İslâm yapmak üzere harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri severler. Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek zengin ve gerek fakir olsun severler ve bu şekilde dostluklarını gösterirler. Ve onlara verilen şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek ganimet ve gerek diğer şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim buna ihtiyacımız vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü

    duymazlar. Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları) kendilerine tercih ederler. Burada "îsâr"ın mef`ûlü hazfedilmiştir.

    Binaenaleyh mef`ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma ihtimali de vardır.

    Yani muhacirlerin yahut mutl a k mânâda mümin kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün tutarak onları kendilerine takdim ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın, tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir. Nitekim Resulullah Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr`dan ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: "Dilerseniz mallarınızdan ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara ortak olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten pay alamazsınız". Bunun üzerine Ensar "Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır paylaştırılmasında kendilerine ortaklık da etmeyiz."

    dediler. müfessirlerin bir kısmı nüzul sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir. Bunda n başka Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu Hureyre`den şu rivayeti nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)`a bir adam geldi, "Ya Resulullah!

    "Bana zaruret isabet etti" yani açlıktan dermansız kaldım." dedi.

    Resulullah (s.a.v) yakınlarına h a ber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun." dedi. Derhal Ensâr`dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı "Ben Ya Resulullah" diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına "Resulullah`ın misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu. Hanımı, "Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur." dedi. Kocası da ona, "O h alde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah`ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim."

    dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o misafir, Resulullah`ın yanına vardı ve ona, "Bu gece Allah falan ve fala n dan son derece hoşnut oldu." dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler." Hakim,
keyboard_arrow_up