kuran.com

CUMU`A



    1. Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah`ı (yahut Allah için) tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, yaratıcısının kemaline ve noksanlık alâmetlerinden berî olduğuna delil olmasın (Bu konuyla ilgili İsra Sûresi`nde bulunan "O`nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) Bu tesbih, yaratılışta mevcuttur. Binaenaleyh insanlar da, irade hürriyetlerini kullanmak suretiyle Allah`ı her türlü kusur ve eksiklikten tenzih etmeli, O`na şirk ve noksan sıfatları isnad etmekten sakınmalıdırlar. Bu yüzden bir önceki sûrenin sonunda beyan edildiği şekilde galib oldukları zaman aldanıp da aşırılığa sapmamalı, o yardım ve galibiyetin Allah`tan geldiğini onu veren Allah`ın almaya da kudretinin bulunduğunu, düşmez kalkmaz varlığın yalnız O olduğunu b ilmeli ve ona göre küfür ve nankörlük etmekten sakınarak Allah`ı

    tesbih ve tenzihe devam etmelidirler. Buradaki fiili, gelecek zamandan soyutlanmış olarak devamlılık ifade etmektedir. Yani her an tesbih ederler. Bununla beraber önceki sûrede denildiği halde burada ve benzerlerinde denilmesi, bunun geçmiş zamandan ziyade gelecek zamana baktığını da hatırlatmaktan uzak değildir. Yani gelecekte size müjdelenen zafer ve galibiyete ulaştığınız zaman bütün eşya gibi siz de tesbih ve tenzihte devamlılığı e l den bırakmayın da binaenaleyh yahudi ve hıristiyanların düştükleri hallere düşmeyin demektir. Çünkü O Allah öyle bir Melik, bütün bu gökleri ve yerleriyle kâinat mülkünü yaratıp düzenleyen ve kendi yönetimi ile idare eden öyle bir hükümdar öyle bir pad i şahtır ki Kuddüs, hiç lekesi olmayan, tertemiz ve pampak demektir. Bütün temizlik, bütün övgüye layık kemaller (olgunluklar) fazilet ve güzellikler O`nundur. Hiçbir şey O`nun kutsal sahasına yetişemez. O, hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kab u l etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz, haksızlık yapmaz ve lekeli şeyler O`na yanaşamaz. Ne oğula ihtiyacı vardır ne kıza, ne dosta muhtaçdır ne de yardımcıya. Binaenaleyh önceki sûrede geçtiği şekilde "Allah yardımcıları olunuz." denildiği zaman, Allah`ın dilediğini galib kılması için yardıma ihtiyacı varmış gibi bir zanna kapılmamalı, yardıma insanların ihtiyacının olduğunu bilmeli, O`nu daima kutsamalıdır. Beyhakî, "Esmâ ve Sıfat"da "Kuddûs" isminin izahı münasebetiyle Halimî`den naklen der ki: "Kuddû s `ün mânâsı, fazilet ve güzelliklerle övülmüş demektir."(1) Açık tesbih, takdisi; açık takdis de tesbihi içine alır. Çünkü yerilmiş sıfatların ortadan kaldırılması övgüleri ispat mânâsını ifade etmektedir. Nitekim, ortağı ve benzeri yok dememiz O`nun bir o l duğunu, kimseye zulmetmez dememiz, hükmünde âdil olduğunu ispattır. Aynı şekilde övgüler ve ispat da, mezmumları ortadan kaldırır. Mesela, âlim demek cehli, kâdir demek de acizliği yok eder. Şu kadar var ki o şöyledir dediğimizde zahirî takdis, O şöyle değildir dediğimizde de zahirî tesbihtir. Sonra takdisin içerisinde tesbih, tesbihin içinde de takdis bulunmuş olur ki, İhlas Sûresi`nde ikisi de bir arada zikredilmiştir. Mesela "De ki: Allah birdir, Allah Samed`dir." (İhlas, 112/1,2) âyetleri takdis, "K e ndisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O`nun dengi olmamıştır." (İhlas, 112/3,4) âyetleri ise, tesbihtir. Demek ki, bunların ikisi de, tevhid ile şirk ve teşbihi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şu halde önceki sûrenin ardından bu sûrenin böyle tesbih ve takdis ile başlaması, hıristiyanların galibiyetten sonra teslis (üçleme) davasıyla düştükleri aşırılıkların iptal edilmesine işarettir. Evet o öyle Kuddûs ki

    Aziz; çok izzetli, kudsiyeti sarsılmaz, kudretine yetişilmez, ezelden vasıflandığı kuvvet ve yüceliği hiç bir suretle mağlub edilmez. Kutsal şânına saldırıda bulunanların; mülküne leke sürmek, hakkına tecavüz etmek ve şirk koşmak isteyenlerin cezasını verir, şiddetli intikamıyla mağlub ve perişan eder. Bununla beraber Hakîm`dir. Yaptığı n ı nizam ve hikmetle sağlam yapar. Kutsallık ve yüceliğine zıt olan şirk ve küfür gibi durumlara bazen meydan verip zalimler, fasıklar, haksızlar ve ahlâksızlara zaman tanıyor, yüze çıkarıyor gibi görünürse de onlarda da nice hikmetleri vardır. Öyle olmasa y dı Hakk`ın kutsallık ve yüceliği bilinmez, ilâhî üstünlüğün boyutu anlaşılmazdı. Böylece de o zalimler büyük cezalara müstahak olmaz ve müminleri daha yüksek faziletle sevab ve derecelere ulaştıracak olan cihadın hikmeti kalmazdı. Çünkü eşyanın zıtlarıy la görünmesi bir hikmet kanunudur.

    2. O Hakîm, Aziz, Kuddüs ve Melik olan, göklerde ve yerde herşeyin kendisini tesbih ettiği Allah`tır ki izzet ve hikmetinin alâmetlerinden olarak ümmiler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi ki bu ümmilerden kasıt, Araplar`dır. Yukarıda da geçtiği gibi ümmi kelimesinin üç mânâsı vardır. Birisi, ümme mensub demektir ki, anadan doğduğu hal üzere bulunan, yani okuma yazması, tahsili olmayan demektir. "Biz ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesab bilmeyiz." hadisi de bu mânâya işaret etmektedir. İkincisi, ümmete mensub demektir. Üçüncüsü, Ümmü`l kurâ`ya mensub, yani Mekkeli mânâsınadır. Bunlar içinde meşhur olan ilk görüştür. Burada da sözün gelişinden bu mânâda olduğu anlaşılmaktadır. Yani ilkel halde bulunan ve henüz c ehalet devrini yaşayan Arablar içerisinde, ölülerden hayat fışkırtır gibi ilim ve hikmet kaynağı olan bir Resul gönderdi. üzerlerine Allah`ın âyetlerini okuyor. Ve onları tezkiye ediyor, bâtıl inançlardan, fena huylardan temizleyip feyizlendiriyor, f i kirlerini açıyor ve onları bütün âlemler içinde parlatıyor. Ve onlara kitap ve hikmet öğretiyor, okuyup yazmayı ve kitabların en üstünü olan Kur`ân`ı belletiyor. Sünnet ve hadislerle hükümleri yerine getirmek için naklî ve aklî ilimler yanında işler d e öğretiyor. Halbuki bundan önce o ümmiler açık bir dalalet içinde, ne yapacaklarını bilmez şaşkın bir halde idiler. Böyle iken Allah içlerinden onlara öyle bir Resul gönderdi.

    3. Ve daha onlardan başkalarına ki henüz onlara katılmadılar. Buradaki "âherîn" kelimesi, "aher"in çoğulu olup e veya yahut deki zamirine bağlanmış olarak Resulullah (s.a.v)`ın

    risalet ve öğretiminin yalnız Araplar`a mahsus olmayıp onlardan başka diğer bütün ümmetleri de kapsadığını beyan etmektedir. Zira ümmi oldukları belirtilen Araplar`dan başka, "âherîn" (diğerleri) tâbiriyle de bütün kavimler kasdedilmiştir. Yani o Resul, yalnız içlerinden çıkarıldığı ümmi topluluğa değil, henüz onlara katılmış olmamakla beraber ileride katılacak olan Arap ve Arap olmayan bütün in s anlık âlemine kitab ve hikmet öğretiyor. O öyle bir Resul ve o, Resul`ü gönderen Allah öyle Aziz öyle Hakîm`dir.

    4. İşte o ba`s, yani öyle bir Resul gönderilmesi sırf Allah`ın fazlıdır, kesb ve çalışmakla kazanılır bir şey değildir. Onu dilediğine bahşeder. O, tabiat kanunları altına alınamaz. Yalnızca İlâhî üstünlüğün gereğidir. Ve Allah öyle çok büyük bir fazl sahibidir. Binaenaleyh o Resulün davetini kabul etmeli, talimatını bellemeli, ona göre ensârullah (Allah yardımcıları) olup All a h`ın vaad ettiği fazl ve fazilete ermelidir.

    5. Bu beyandan sonra ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyuruluyor ki kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah`a adamışız ve okur yazarız diye yüklerle kitab sırtlanmış oldukları halde, Tevrat`ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah ` ın bir fazlı olan ümmi Nebi`si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki sifirler, yani koca koca kitablar taşır da i çindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen "esfâr" tâbirinde Tevrat`ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah`ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve me s ellerinin böyle çirkin olduğuna bir tenbih vardır. Allah da zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu?

    6. De ki ey yahudi olanlar! Siz diğer insanlardan başka olarak kendilerinizin Allah`ın velisi, O`nun velâyetine ermiş sevgili dostları olarak zannediyorsanız ,doğru olmayan böyle bir zan besliyorsanız. Mâide Sûresi`nde "Yahudiler ve hıristiyanlar: `Biz Allah`ın oğulları ve sevgilileriyiz` dediler." (Mâide, 5/18) âyetinde geçtiği üzere hıristiyanlar "Biz Allah`ın oğulları ve evlatlarıyız."

    dedikleri gibi yahudiler de "Biz Allah`ın sevgilileriyiz." diye iddia etmektedirler. Eğer öyle ise haydi ölmeyi temenni edin! Ölümü kendinize ümmiyye yani ideal edinin de bir an evvel ölüp bu imtihan ve sıkıntı dünyasından ahirete göçerek Allah`a kavuşmayı canınıza minnet bilin. Buradaki ölümü temenni emri, susturma ve kınama iç i ndir. Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?

    7. Fakat onu ebediyyen temenni etmezler. Çünkü ellerinin takdim ettiği nice günahlar, cinayetler, küfürler ve zulümler vardır. Ki onlar Allah`ın sevgilisi ve evliyası olamazlar. Ve Allah zalimleri bilir, cezalarını verir. Onun için onlar, o davada sadık değil, yalancıdırlar, evliya değil haksız ve zalimlerdir.

    8. De ki: Haberiniz olsun, o sizin kaçıp durduğunuz ölüm her halde size gelip çatacaktır. Kaçmakla ondan kurtulamayacağınız gibi ölmekle de kurtulacak değilsiniz. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. İlkin sizi yaratmış bütün varlığınıza sahip k en, sizler firarî köleler gibi O`nun mülkünden, emir ve hükmünden kaçmak isteyerek gizli ve açık isyanlar yaptığınız gerçek mevlanız olup, bütün görünmeyen ve görünenleri bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmasına imkan bulunmayan Allah Teâlâ`nın huz u runa döndürüleceksiniz, o size bütün yaptıklarınızı haber verecektir. Kitabından ve verdiği ilimlerden neleri tahrif ettiğinizi, neler gizleyip neleri açıkladığınızı yüzünüze vuracak ve ona göre cezanızı verecektir. Ölümle bedenin yok olmasından sonra şuur ve temyiz ruhu olan nefs-i natıka (insanın özü, cevheri) Zümer Sûresi`nde bulunan "Allah, öldükleri sırada canları alır.." (Zümer, 39/42) âyetinde ifade edildiği üzere doğrudan doğruya Allah Teâlâ`nın kudret elinde kalacaktır ki, ölümden sonra ruhun ebedi kalacağını ileri sürenlerin maksadı da budur. Burada bilhassa "limu`l-ğaybi ve`ş-şehâde" ismiyle ilim sıfatına döndürme açıkça belirtilmiş olmasına nazaran bir insanın özünün şehadet âleminden gayb âlemine intikâli demek olan bu dönüşün "vücûd-ı il m î" ile Hakk`ın huzurunda gerçekleşeceğine işaret edilmiş demektir. Buna göre bilinmeyen âlemden bilinen âleme gelmiş olan bir insan, ölümle yine bilinmeyen âleme döndüğü zaman bütün hakikatı, dünyadaki ömrünün başından sonuna kadar içinde ve dışında meyda n a gelen iyi veya kötü bütün fiil ve işleri, gayb ve şehadeti bilen Allah Teâlâ`nın ilminde hiçbir noktası kaybolmaksızın hazır bulacak ve ona göre ceza veya mükafatını görecektir. Gerçi bir insan öldüğü zaman

    onun ruh ve beden itibariyle çevresinde bırakmış olduğu iz ve izlenimlerin bir kısmı onu tanıyan ve onunla ilgilenen insanların hafızalarında, daha geniş bir kısmı da "Kirâmen kâtibîn" (şerefli kâtibler) denilen meleklerin kaydetmiş oldukları amel defterleri ile bilgi ve ezberlerinde kalır ise de, bun l arın ikisi de onun bütün insanlık hakikatini ihata edici değil, az çok açığa çıkmış olanlara aittir. Kaf Sûresi`nde yer alan "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği şekilde insan nefsinin derinliklerinde cereyan eden gizli vesveseler gibi nice sırları vardır ki onları yalnız "insana şah damarından daha yakın" olan, gayb ve şehadeti bilen zatın ilmi kuşatır. Onun içindir ki, insanın bütün hakikatiyle dönüşü yalnız Allah`adır. İşte bu suretle insanlar Hak Teâlâ`nın huzurun a bütün hakikatleriyle toplanarak hesaba çekilecekler ve ömürlerinin kazançları olan ruhanî ve cismanî bütün amellerin tartısına göre ceza ve mükafat göreceklerdir.

    Bunun için bu beyandan sonra müminlere hitaben buyuruluyor ki:

    Meâl-i Şerifi

    9- Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah`ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

    10- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah`ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah`ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.

    11- Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah`ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

    9. Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit yı tefsirdir mânâsına olduğu da söylenmiştir. Yani Cuma günü Cuma namazı vakti ezan okunduğunda Keşşâf ve diğer bazı tefsirlerde zikredildiğine göre bir kısım âlimler demişlerdir ki, buradaki çağrıdan maksat, imamın minbere oturduğu sıradaki ezandır. Resulullah`ın bir müezzini bulunurdu. Minbere oturduğu zaman mescidin kapısı üzerinde şöyle ezan okunurdu. "Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür; ben şehadet ederim ki, O`ndan b aşka tanrı yoktur, ben şehadet ederim ki, O`ndan başta tanrı yoktur; ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah`ın Resulüdür, ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah`ın Resulüdür; haydi namaza haydi namaza; haydi felaha haydi felaha; Allah büyüktür, Allah büyükt ü r; O`ndan başka tanrı yoktur." Resulullah minberden indiğinde de müezzin namaza ikâmet getirirdi. Bu, Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında da böyle idi. Ta ki Hz. Osman devri gelince, insanlar çoğaldı, Medine büyüyüp evlerin mesafeleri uzaklaştı. O vakit Hz. O sman müezzinlerin sayısını ikiye çıkardı. Birinci ezanın Zevrâ denilen evi üzerinde okunmasını emretti. İkinci ezan da minbere oturduğu zaman, ikinci müezzin tarafından okunur, sonra minberden indiğinde namaz için ikâmet getirilirdi. Bu durum hiç kimse ta r afından kınanmadı. Böylece Cuma namazı için iki ezan bir ikâmet üzerine icma meydana gelmiş oldu. O zamandan beri uygulama bu şekildedir. Buharî, Zühri yoluyla Said b. Yezid`den şunları rivayet etmiştir:

    1- Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer zama nında Cuma günü birinci

    çağrı imam minbere oturduğunda olurdu. Vakta ki Osman (r.a) zamanı geldi ve insanlar çoğaldı, o vakit Hz. Osman Zevrâ üzerinde üçüncü çağırıyı (ezanı) emretti.

    2- Cuma günü üçüncü ezanı ziyade eden Hz. Osman oldu ki bu, Medine halkının çoğaldığında idi. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında ise bir müezzinden başka yoktu ve Cuma günü ezan, imam minbere oturduğu sırada okunurdu.

    3- Cuma günü üçüncü te`zini (ezanın okunmasını) mescid halkı çoğaldığı vakit Hz. Osman emretti. Daha önce Cuma ezanı, imam minbere oturduğu zaman okunurdu.

    4- Resulullah (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında Cuma günü ilk ezan imam minbere oturduğu sırada idi. Vakta ki Hz. Osman döneminde insanlar çoğaldı, o zaman Hz. Osman üçüncü ezanı emretti de o da Zevrâ`da okundu. Binaenaleyh söz konusu emir bu şekilde sabit olmuştu." Bu rivâyetlerin birinde ikinci te`zin, diğerlerinde üçüncü nidâ, üçüncü te`zin, üçüncü ezan denilmesi hep aynı mânâyadır. Bundan maksat, Hz. Osman zamanında emredilen ilk ezandır ki, biz buna dış ezan deriz. Bundan sonra hâtibin minbere oturduğu zaman da bir ezan okunur ki, bu ikinci ezâna da iç ezan denir. Üçüncüsü de namaza başlarken okunan kamettir. Ezan ile kamete nidaeyn ve ezaneyn (iki çağrı) da denilmektedir. Bu itibarla ta r ih nokta-i nazarından, sonra başlamış olan dış ezana üçüncü nidâ ya da üçüncü ezan denildiği gibi, kamet ezan sayılmayarak, buna ikinci ezan da denilmiştir. Kısacası, Hz. Peygamber devrinde Cuma için birinci çağrı, hâtib minbere oturduğu zaman mescidin ka p ısı üstünde okunan ezan, ikincisi de hâtib minberden aşağı inerken okunan ikametti. Hz. Osman döneminden beri tekrar etmiş olan icma ve uygulamaya nazaran da birinci çağrı, Cuma vaktinin girmesiyle okunan dış ezan ikincisi, hâtib minbere oturduğunda okuna n iç ezan, üçüncüsü de, namaz için okunan kamettir. Bu âyetteki nidasından muradın da, ilk okunan ezan olduğu açıktır. Çünkü birinci ezan okununca nidâ, yani Allah`ı anmaya koşmanın şartı olan çağrılma, vuku bulmuş olur. Fakat ilk ezan hangisi itibar edi l melidir? Yukarıda naklettiğimiz gibi bazıları yalnız Peygamber zamanındaki birinci ezanı dikkate alarak koşmanın vücubunun, hatibin minbere oturduğu vakit okunan ezan ile başlayacağına kanaat getirmişlerdir. İlk bakışta bu görüş uygun gibi görünmektedir. Ancak Kenz Şerhi "Bahr-i Raik" ve "Tenviru`l-Ebsâr" ve diğer kaynaklarda beyan edildiği

    üzere Hanefilerce en doğru kabul edilen, vücubun ilk okunan dış ezanla başlamasıdır. Çünkü Cuma`ya davet çağrısı, bu ezanladır. Fetâva-yı Hindiyye`de de şöyle denilmektedir: "Koşmak ve alış verişi terketmek ilk ezan ile vacib olur." Tahavi de demiştir ki: "Minber ezanı sırasında koşmak vacib, alışveriş mekruh olur." Hasan b. Ziyâd`a göre de muteber olan minaredeki ezandır. Doğrusu şudur ki: Zeval vaktinden önce ezan m u teber değildir. Muteber olan zevalden sonraki ezandır. Bu, ister minber üzerinde, ister Zevrâ üzerinde okunan ezan olsun sonuç aynıdır. el-Kâfi`de de bu şekilde beyan edilmiştir. Gerçekte âyette ifade edilen çağrıdan murad, Cuma`ya davet için okunan ezandır. Genel davet için okunan ezan da, zevalden sonra vaktin girmesiyle dışarda okunan ilk ezandır. İçerde okunan ikinci ezan ise, dışardakilere duyurmak mahiyyetinde değil, içerdekilere karşı hutbeye başlamayı ilân suretiyle Peygamber`in sünnetini yaşatmak m ânâsınadır. Resulullah zamanında minbere oturulduktan sonra mescidin kapısı üzerinde okunan ezan da, hem dışarıya karşı davet, hem de hutbeye başlamayı ilân maksatlarını ifade edebiliyordu. Fakat memleket büyüyüp cemaat çoğaldıktan sonra arzu edilen bu ik i mânâ ve maksadın yerine getirilmesi için yalnız bir ezanın yetmediği görüldüğü zaman yukarıda anlatılan iki ezanda karar kılınıp icma yoluyla uygulama bunun üzerine cereyan etmiş olmakla âyetteki umumi davet mânâsının, dışarıda okunan birinci ezana uygun olacağı anlaşılmış olmaktadır. İşte bu suretle fıkıh yönüyle bizce de sahih olan budur. O halde Cuma günü güneşin zevaliyle öğle vaktinin girmesinden itibaren Cuma`ya çağıran ilk ezan okunduğu vakit hemen Allah`ın zikrine koşun! Çağrıdan önce ne kada r erken gidilirse o kadar efdal olmakla beraber koşmanın vücubu ezanın okunmasından itibaren başlar. Denilmiştir ki, burada koşmaktan maksat, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeye çalışmaktır. Telaş ile koşarak gitmek demek d eğildir. Hz. Ömer, İbnü Mes`ud, İbnü Abbas ve diğerlerinden yani hemen gidiniz mânâsına olduğu da nakledilmiştir. Çünkü âyette koşma anlamını ifade eden "sa`y" kelimesi, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39), "Babasıyla berabe r yürüyüp gezecek çağa erişince..." (Saffât, 37/102) âyetlerinde olduğu gibi çalışmak mânâsına da gelir. Onun için sa`y burada koşmak değil kasd, yani doğru gitmek anlamındadır. Ve sa`y her işte tasarruf demektir. Hasan`dan da "ayaklar üzerinde değil, niyyet ve kalbler üzerinde "sa`y" mânâsına olduğu nakledilmiştir. Bununla beraber İmam Muhammed b. Hasan "Muvatta"ında demiştir ki:" İbnü Ömer (r.a) Bâki Kabristanı`nda iken kameti işitmiş ve süratle yürümüştü. İmam

    Muhammed der ki: "Kendini yormadıkça bunda da bir sakınca yoktur. Hindiyye`de de şöyle denilmiştir: "Mescide koşarak gitmek bize göre de, fakihlerin çoğunluğuna göre de vacib değildir. Ancak müstehab olması konusunda da ihtilaf edilmiştir. En doğru olan, sakin ve ağır başlı olarak yürümektir." "el- K unye" adlı eserde de böyle ifade edilmiştir. Kütüb-i Sitte`de (altı sahih hadis kitabında) rivayet edildiği üzere Ebu Hureyre demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)`ın şöyle dediğini işittim: "Namaz için kamet getirildiği vakit ona koşarak gelmeyin, yürüyerek g elin, sakinliği elden bırakmayın, yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi de sonradan tamamlayın." yetteki "zikrullah" mefhumu esas itibariyle Allah`ı anmak veya Allah`ın müjde ve tehdidi demek olduğundan Kur`ân, tesbih, hamd, vaaz, hutbe ve namaz gibi hu s usların hepsini kapsamaktadır. Fakat Cuma`nın şart ve esaslarından olan zikirden maksadın, hutbe ve namaz olması cihetiyle, burada koşulması vacib olan zikr, hutbe ve namaz olarak tefsir edilmiştir. Hidaye şerhi "el-İnâye"de "zikirden maksadın hutbe olduğ u hususunda müfessirlerin ittifakının bulunduğu" belirtilmiştir. Mamafih icma ve ittifak yalnız hutbe olmasında değil, hutbenin de kasdedilmiş olmasındadır. Bu yüzden "Fethu`l-Kadir"de denilmiştir ki: "Zikrullahın tefsirinden maksat, hutbe ve namazdır". Hz. Peygamber (s.a.v) ömründe Cuma namazını

    hutbesiz kılmamış olduğu için, hutbe Cuma`nın şartlarından birisidir. Bu âyet gereğince hutbe "zikrullah" tabiriyle ifade edilmiş olduğundan İmam-ı A`zam Ebu Hanife (r.a) Allah`ı zikretmeyi hutbenin rüknü (farzı) saymıştır. Dolayısıyla gibi zikrullah denilebilen en kısa bir zikir ile de hutbenin farzı yerine getirilmiş olur. Bu zikrin biraz uzunca yapılması vaaz, nasihat ve dualarla doldurulması ise sünnettir. Şu halde sünnetlerine riayet etmeyerek kısaca diye y etinmek mekruh olursa da, Cuma`nın şartı olan hutbenin farzı, kerahetle beraber yerine getirilmiş olacağından, ondan sonra namaz sahih olabilir. Lakin İmameyn`e (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf`a) göre bunun farzı, hutbe denilebilecek kadar uzunca bir zikrulla h olmasıdır ki, en azı üç âyet veya namazdaki teşehhüd miktarı, yani duasının tamamı kadar olmalıdır. İki hutbe olması ve her hutbenin sûreleri gibi "tıvâl-ı mufassal" denilen bir sûre kadar olması, nasihat, şehadet ve salavatı içermesi şeklindeki v a sıflar, hutbenin sünnetlerindendir. İmam Şafii de demiştir ki: "İki hutbe okunmayınca Cuma namazı caiz olmaz. Birinci hutbe, Allah`a hamd, Peygamber`e salat ve selam, Allah`a karşı takva sahibi olma tavsiyesi ve bir âyetin kırâetini içine almalıdır. İkinc i si de aynı hususları ihtiva etmekle beraber okunacak bir âyet yerine mümin erkek ve kadınlara duayı içermelidir. Çünkü Resulullah zamanından beri uygulama böyle iki hutbe üzerine cereyan etmiştir. Kur`ân`da yalnızca "Allah`ın zikrine koşun." buyurulara k hutbede yer alacak zikrin azı ve çoğu ayırdedilmediği için, İmam-ı Azam hutbenin farzını, az veya çok zikrullah denebilecek bir miktar zikirden ibaret saymış, bunun dışındakilerin ise sünnet olduğunu belirtmiştir.

    Bu vesile ile Hanefi mezhebine göre hutbenin bazı hükümlerini özetlemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

    Hindiyye ve diğer kaynaklarda ifade edildiği üzere Cuma`nın edasının şartlarından biri de, namazdan önce hutbe okumaktır. Hatta namaz, hutbesiz kılınsa veya hatib hutbeyi vaktinden önce okusa caiz olmaz. Hutbenin farzı ve sünneti vardır. Farzı ikidir. Birisi, vakittir ki, bu da zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hatta hutbe, zevalden önce veya namazdan sonra okunsa caiz olmaz. İkincisi de zikrullahtır. Bir hamdele (elhamdülillah dem e k) yahut bir tehlil (lâilahe illallah demek) ya da bir tesbih (sübhânellah demek) dahi farza kifayet edebilir. Ancak bunlar hutbe kastıyla olmalıdır. Aksırmak gibi başka bir sebeble veya yahut denilse bunun hutbe yerine geçmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Hatib hutbeyi tek başına yahut yalnızca kadınların huzurunda okusa, bu da caiz olmaz. Ancak hutbe esnasında cemaat uyusa yahut sağır olsalar o hutbe caiz olur.

    Hutbenin sünnetlerine gelince bunun on beş kadar olduğu söylenmiştir. Şöyle sayılabilir: 1- Taharet. 2- Dikilmek>. Oturularak veya yan gelinerek okunursa (sünnete ters düşmekle ve kerahetle beraber) caiz olur. 3- Yüzünü cemaata dönmek. 4- Hutbeye başlamadan önce içinden çekmek. 5- Hutbeyi cemaata duyurmak, Ancak işittirilemezse d e caiz olur. 6- Allah`a hamd ile başlamak, 7- Allah`a övgüde bulunmak, 8- şeklinde iki şehadet getirmek, 9- Hz. Peygamber`e salavat getirmek, 10- Vaaz ve nasihat etmek, 11- Kur`ân okumak. Kim hutbede Kur`ân okumayı terkederse

    hata yapmış olur. Hutbe esnasında okunacak Kur`ân`ın miktarı, üç kısa ya da bir uzun âyettir. 12- İkinci hutbe ile Allah Teâlâ`ya hamd ve övgüyü, Hz. Peygamber`e salavatı tekrar etmek, 13- Müslüman erkek ve kadınlara dua etmek, 14- İki hutbeyi tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar ha f if okumak. Hutbeyi uzatmak mekruhtur, 15- İki hutbe arasında oturmak. Bu oturmanın miktarı, zahiri rivâyette üç âyet okuyacak kadar geçen süredir. İki hutbe arasındaki bu oturuşu terk ederse hatib, günahkâr olur. Resulullah (s.a.v)`a uyarak hatibin minb e re çıkması ve hutbeden önce oturması da sünnettir. Hidaye şerhi "Fethu`l-Kadir"de denilmiştir ki: "Nasihat etmek, şehadet ve salavat getirmek, iki hutbe okumak, ve hutbenin tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar olması gibi az önce zikredilen sünnetleri kapsa d ıktan sonra hutbenin kısa fakat namazın uzun olması da fıkıh ve sünnettendir. "Hatibin sesini yükseltmesi ancak ikinci hutbede birinciye kıyasla âşikâre okuduğu kısımları biraz hafifletmesi ise hutbenin müstehablarındandır. Dört halifenin ve peygamberimiz i n iki amcası Hamza ve Abbas`ın da hutbede yâd edilmeleri müstahsendir (güzel sayılmıştır) ve öyle yapılagelmiştir. (Tecnis ve Hindiyye.)

    Hatibin Cuma`da imamlığa ehil olması da hutbenin şartlarındandır. (Zâhidî.)

    Hatibin hutbe halinde iyiliği emretme konusunda da olsa lakırdı etmesi mekruhtur. (Fethu`l-Kadir.)

    İmam hutbeye çıktığı zaman ne salat ne de kelam caiz değildir. Mamafih İmameyn, hatib minbere çıktığı zaman hutbeye başlamadan önce ve hutbeyi bitirdikten sonra namazla meşgul olmadan evvel konuşmasında bir sakınca yoktur, demişlerdir hutbe esnasında cemaatın da ne insanlarla konuşması, ne tesbihi, ne aksıran kimseye "Allah sana merhamet etsin" demesi ve ne de selamı iade etmesi caiz değildir. Fıkha dair bir kitabı mütalaa etmek v e ya yazmakda bir sakınca yoktur diyenler olmuşsa da, mekruh diyenler çoğunluktadır. (Sakıncasız olanın da terki evladır.) Men edilen bir şeyi yapan kimseyi görüp nehyetmek, yahut bir şeyin haber verilmesi esnasında başıyla işaret etmek gibi, dil ile söylen m eyip el, baş ve göz işaretleriyle yapılan işlerde de sahih olan herhangi bir sakıncanın olmamasıdır. İmamdan uzak olan da, hutbeyi dinleme hususunda yakın olan kimse gibidir. Yani onun da hakkı, susmaktır. Doğru olan budur. Cuma günü imam hutbede iken s usma konusunda Buhârî şu hadisleri rivayet etmiştir. 1- Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber`in

    şöyle dediğini nakleder: "İmam konuştuğu zaman susulur." 2- Ebu Hureyre`den nakledilmiştir: "Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü İmam hutbe okurken arkadaşına sus desen faydasız bir iş yapmış olursun."(1) Namazda haram olan, hutbede de haramdır. Binaenaleyh, imam hutbede iken yemek ve içmek de doğru olmaz. Kısacası, cemaatın hutbeyi başından sonuna kadar dinlemesi vacibtir. Ve imama yakın olmak uzak olmaktan daha faziletlidir. Ancak imama yaklaşmak için insanların omuzlarından atlayıp geçmek de mekruhtur, İmam hutbeye başladığında hem sonra gelenlere yer bırakmak hem de yakınlık faziletine ermek için ileriye geçmekte bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. Çünkü ö nceden ileri gitmeyip de ön taraflarda boş yer bırakanlar, o mekanı, mazeretsiz olarak zayi etmişlerdir. Lakin imam hutbeye başlamış ise cemaatın bulunduğu yerde kalması gerekir. Hutbe esnasında ileri geçmek, bir amel sayılır. Hutbeyi dinlerken yüzü hut b eye karşı çevirmek ve namazda oturur gibi oturmak müstehabdır. Ancak hutbeyi dinleyen dilerse dizlerini dikerek veya bağdaş kurarak ya da kolayına geldiği gibi oturabilir bu, caizdir. Çünkü hutbe dinlemek, amel yönüyle hakikaten namaz değildir. Harb yol u yla fethedilmiş her beldede hatib kılıç takınır. Hatib hutbeyi bitirince müezzin kamet getirir.

    İşte böyle hutbenin Kitap ve Sünnet ile bir takım hükümleri bulunmakla beraber, Kur`ân`da sabit olan asıl mahiyyeti, Allah`ı layıkıyla anmak yahut va`z ve nasihatle andırmak mânâsına zikrullah, yani Allah`ı zikretmektir. Bu itibarla hutbe de namaz gibidir. Çünkü "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ve "Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah`ı anmak en büyük ibadettir."" (Ankebut, 29/45) buyurularak namaz da, zikrullahtan ibaret gösterilmiştir. Onun için ey müminler Cuma günü diye namaza çağrı ezanını işittiğiniz zaman, Allah`ın zikrine yetişmeye çalışıp dosdoğru gidin. Ve bey`i terkedin, yani muameleleri (işleri) bı r akın. Öyle ki geçim için en önemli olan alım satım işlerini bile bırakın. Burada yer alan bey` "zikr-i hâs irade-i amm" (hususi olanı zikredip bununla umumu kasdetmek) yoluyla muamelattan mecazdır. Yahut bey`, hakiki mânâsına olup, alışverişin dışındaki m uamelelerin terki, nassın delaletiyle sabittir. Belli ki, bey`i (alış verişi) bırakın denilmesi çarşıyı pazarı kapayın demekten daha kapsamlıdır. Nitekim Ata`dan yapılan rivâyete göre, kişinin karısıyla mübah olan muameleleri bile o saatte haramdır. Ancak karakol ve inzibat işleri gibi toplumun genel emniyeti için zarurî ve zorunlu olan hususların korunması da nassın (âyetin) gereği demektir. Onun için fakihler, hürriyet,

    emniyet, hükümet ve izn-i âmm (genel izin) gibi konuları Cuma`nın şartları arasında saymışlardır.

    Buradaki emir, vücub için olduğundan ezan okununca Cuma`ya koşmak farz, muamelat ise nehyedilmiştir. Nehyin zamanı, imamın namazdan çıkmasına kadar devam eder. Fakat bununla beraber acaba bu süre içerisinde alışveriş yapılmış olsa bu akid, batıl ve fasid olur mu? Hükmü nedir? Bazıları, böyle bir alışverişin nehyedilmiş ve haram olduğunu ileri sürerek akdi, fasid ve geçersiz saymışlarsa da, fıkıh usulü ilminde Hanefi âlimlerince kabul edilen bir kaide vardır ki bu mesele onunla çözülebilir. Şöyle ki: Bir şeyin zatından dolayı yasaklanması batıllığı, vasfından dolayı yasaklanması fâsidliği, bir şeye yakınlığından dolayı yasaklanması da keraheti gerektirir. Mesela sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde veya gasbedilmiş bir yerde namaz k ılmak mekruhtur. Çünkü namazın farz ve vasıflarında bir bozukluk olmadığı halde sadece yerin sahibinin izin ve rızası olmadığı için nehyedilmiştir. Bu gibi yasaklar, "Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: `O, bir ezâdır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) âyetindeki nehiy gibi tahrimen mekruh (harama yakın kerahet) mânâsını ifade eder. Çağrı vaktindeki alışveriş de, satılan şey, fiat ve akiddeki bir bozukluktan dolayı değil, "namaza ç ağrıda bulunulduğu zaman" kaydıyla sırf çağrı vaktine yakınlığından dolayı nehyedilmiş olduğu için akid, diğer şartlar tam olarak yerine getirilmiş olursa, zât ve vasfında herhangi bir eksiklik söz konusu olmadığından dolayı batıl veya fasid olmayıp sahih fakat tahrimen mekruh olur.

    Bu, yani çağrı vaktinde alışverişi terkedip Allah`ı zikre koşmak sizin için daha hayırlıdır. Alışverişten daha faydalıdır. Çünkü ahiret menfaatı, daha büyük ve sonsuzdur. Eğer bilirseniz, hakikaten hayır ve şerri seçen ilim ehli iseniz bunun daha hayırlı olduğunu anlarsınız. Cuma, cemaatın güçlenip galib olması ve "Allah`ın eli cemaatle beraberdir." sözünün delaletiyle ilâhî yardımın gerçekleşme yeri olması sebebiyle Allah katında o kadar büyük hayır ve sevabdı r ki, onun yanında alışveriş gibi küçücük menfaatların sözü bile edilmez. Dünya hayatının bütün medeni muameleleri de sosyal kalkınma ile ilâhî yardımın görünmesinin eseridir.

    Cuma:

    Cuma, esasen cemiyet ve cemaat gibi toplanma ve dernek mânâsıyla ilgili olan ve bizim de aynı isimle bildiğimiz belli günün ismidir ki O, müslümanların

    haftalık bayramıdır. Keşşaf Tefsirinde Peygamber (s.a.v)`den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bana Cibril geldi, avucunda beyaz bir ayna vardı. Dedi ki: "Bu Cuma`dır. Rabbin bunu sana arz ediyor ki senin ve senden sonra ümmetin için bir bayram olsun. O, bizim yanımızda "yani meleklere göre" günlerin efendisidir. Biz ona ahirete kadar "yevmü`l-mezîd" (bereketli gün) deriz." Yine Hz. Peygamber (s.a.v) `den şöyle dediğ i rivayet edilir: "Allah Teâlâ, her Cuma günü altı yüz bin kişiyi ateşten uzaklaştırır." Ka`b da şunu nakleder: "Allah Teâlâ beldelerden Mekke`yi, aylardan Ramazan`ı, günlerden de Cuma`yı faziletli kılmıştır." Ve Resulullah buyurmuştur ki: "Cuma günü vefat eden kimseye Allah Teâlâ şehid mükafatı yazar ve onu kabir fitnesinden korur." İmam Ahmed b. Hanbel, İbnü Mâce ve daha bir âlimin Ebu Lübabe b. Abdi`l-Münzir`den Hz. Peygamber (s.a.v)`e varan bir senedle rivayet ettikleri bir hadisde: "Cuma günü, günler i n efendisidir ve Allah Teâlâ`nın yanında Ramazan ve Kurban bayramlarından daha büyüktür." İbnü Hibban`ın rivayet ettiği sahih bir hadiste de: "Cuma gününden efdal olan bir gün üzerine güneş ne doğar ne de batar." diye zikredilmiştir. Cuma gecesinin f a zileti hakkında bazı hadis ve haberlerden de anlaşıldığına göre haftanın günleri, âlemin ilk yaratılış devirlerinin bir misali gibi düşünülmüştür. Buyurulduğu vechile birçok âyette göklerin ve yerin altı günde yaratılıp sonra Arş üzerinde istivâ edildiği zikredilmişti: A`râf, 7/54; Hud, 11/7; Fussilet, 41/11,12 âyetlerinde izah edildiği üzere henüz günlerin mevcut olmadığı zamanlara aid olan bu altı günün bilinen günler olmayıp ahiret günleri gibi binlerce seneler olması düşünülen vakit veya devirleri ifade ettiği de söylenmişti. Bunlardan birincisi, maddenin başlangıçta buğu ve duman halinde yaratılması devri; ikincisi, cisimlerin teşekkülü devri; üçüncüsü, yerin gökten ayrılması devri; dördüncüsü, yer kabuğunun oluşum devri; beşincisi, dağlar ve nehi r lerin meydana gelmesi devri; altıncısı, hayatın başlangıcı ile nebat, hayvan ve insanların yaratılışına kadar geçen tekamül devridir. Bu altı devir, birer gün gibi düşünülünce, altıncı devir, yaratılışın en toplu, en cemiyyetli günü, yani Cuma`sı demek ol u r. Çünkü âlem, bugünde hayatın sırrına kavuşmuş ve insanın yaratılışı ile tekamül ederek son mertebesini bulmuştur. Bundan sonra da Arş

    üzerinde istivâ görünümü meydana çıkıp düzenleme ve hükümleri icra etmek suretiyle âlem, hikmet nizamı dairesinde faaliyet devrine girmiştir. (Bu konuda bilgi için Hud, 11/7; Kaf, 49/16. âyetlerine bakınız) Haftanın günlerinin Ehad, İsneyn, Selase, Erbea, Hamse, Cuma ve Sebt isimleriyle anılması da, her birinin bu devirlerden birinin görüntüsü ve misali ile ilgili olduğun u göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, Cuma günü, hayatın başlangıç devri, zevalden sonra Cuma vaktinin girmesi de insanlık hayatının ortaya çıkış zamanı gibi, haftanın en feyizli ve en mübarek günü olma şerefini elde etmiş olarak müslümanları Rahmân`ın Arş`ı altında ilâhî fazl ve rahmetten naim cennetinin mutluluğuna erdirmek üzere toplantıya davet eden bir görüşme günü, bir bayram demektir. Müslim`de, "dem (a.s) Cuma günü yaratıldı ve o gün cennete konuldu." diye rivayet edilen bir hadisde de bu mânâya işaret vardır. Sa`d b. Mensûr ve İbnü Merdûye Ebu Hureyre`den yaptıkları bir rivayette şöyle derler: "Ebu Hureyre demiştir: "Ey Allah`ın Nebisi bu güne neden Cuma ismi verildi? dedim. Buyurdu ki: "Çünkü babanız dem`in mayası, onda toplandı." Buhârî ve diğe r kaynaklarda nakledilen sahih bir hadiste de Resulullah Cuma gününü zikredip, "Onda öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul, kalkar namaz kılar ve Allah`tan bir şey dilerken o vakte rastgelirse, herhalde Allah o kimseye dilediği şeyi verir." buyurmuş v e eliyle işaret ederek o saatin azlığını da anlatmıştır." Bu saate, "saat-ı icâbet" (duaların kabul edildiği saat) denir. Bu saatın hangi zamana denk geleceği hakkında da çeşitli rivâyetler vardır. 1- Ebu Bürde (r.a)`den: İmamın namaza duracağı andan biti r eceği ana kadar. 2. Hasan`dan: Güneşin zevali sırasında. 3- Şa`bî`den: Alış verişin haram olduğu zamanla helal olduğu zaman arası. 4- Hz. Aişe`den: Münâdinin (çağırıcının) namaza çağırdığı zaman, 5- İbnü Ebi Şeybe`nin Kesir b. Abdullah el-Müzeni`den mer f u olarak naklettiği bir hadise göre de: (Namaz için okunan) kâmetten namazdan çıkılıncaya kadar, 6- Ebu Ümame (r.a)`den: Ümid ederim ki, Cuma`daki saat, şu zamanların birisindedir: Müezzinin ezan okuduğu, yahut imamın minbere oturduğu, ya da namaz için k a met getirildiği vakit, 7- Tâvus ve Mücahid`den: İkindiden sonra. Daha başka rivâyetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, onu da, en yüce ismini ve Kadir gecesini gizlediği gibi gizlemiştir.

    Buhârî`de Enes b. Malik (r.a)`ten riv ayet edildiği üzere, "Peygamber (s.a.v)

    zamanında bir sene kuraklık olmuştu. Bir Cuma günü Hz. Peygamber hutbe okurken bir a`rabi kalktı: "Ya Resulallah, mal helak oldu, çoluk çocuk aç kaldı. Allah`a bizim için dua ediver." dedi. Bunun üzerine Resulullah iki elini kaldırdı, o esnada gökte bir bulut parçası görünmüyordu. Nefsim kudret elinde olan Allah`a yemin ederim ki, Peygamber elini indirinceye kadar dağlar gibi bulutlar fırlamaya başladı. Sonra da minberden inmedi. İnerken baktım ki mübarek sakalından yağmur damlıyordu. O gün yağdı, ertesi gün de yağdı, daha ertesi gün de yağdı, ta öbür Cuma`ya kadar. Yine aynı a`rabi (veya başka birisi) kalktı. "Ya Resulallah! Binalar yıkıldı, mal sular altında kaldı. Allah`a bizim için dua ediver." dedi. Hz. Peygambe r yine iki elini kaldırdı "Allah`ım üzerimize değil, etrafımıza." dedi. Ve eliyle işaret buyurdu. Ne tarafa işaret ettiyse bulut açılıverdi. Medine bir göl gibi olmuştu. Vadi bir ay ark halinde aktı. Etraftan kim geldiyse kuvvetli yağmur yağdığını söylü yordu."

    Yine Buhârî`de Cuma`nın faziletiyle ilgili şöyle bir hadis vardır: "Her kim Cuma günü cünüblükten guslederek yıkanır gelirse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte gelen bir sığır kurban etmiş gibi, üçüncü saatte gelen boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte gelen bir tavuk kurban etmiş gibi, beşinci saatte gelen bir yumurta kurban etmiş gibi olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri (hutbeyi) dinlerler."

    Diğer bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Cuma günü melekler Mescidin kapısı önünde durur, gelenleri sırasıyla yazarlar. Erken gelenler kurbanlık bir deve hediye etmiş gibi, sonraki bir sığır hediye etmiş gibi, sonraki bir koç, sonraki bir tavuk, sonraki de bir yumurta hediye etmiş gibi (sevab alır.) İmam ( h utbeye) çıkınca, melekler sahifelerini dürüp zikri (hutbeyi) dinlerler."

    Zemahşeri der ki: "Selef (sahabe ve tâbiîn) zamanında yollar, seher vakti ve fecirden sonra erkenden Cuma`ya gidenlerle dolardı. Ellerinde kandillerle giderlerdi. Ve denilmiştir ki İslâm`da ilk bid`at Cumaya erken gitmeyi terk etmek olmuştur." İbnü Mes`ud (r.a)`dan rivayet edilir ki: "Mescide erkenden giden üç kişinin kendisini geçmiş olduklarını görünce nefsini kınar, "Ben seni dördün

    dördüncüsü olarak görüyorum, dördün dördüncüs ü ise ahirette mutluluğa ermiş değildir." derdi.

    Cuma gününe önceleri Araplar "yevm-i arube" derlerdi. Ve Kamus`da zikredildiği üzere günleri şöyle sayarlardı. Bunlar şu dörtlük de cem edilmiştir:

    Yaşamayı arzuluyorum. Benim günüm, ya pazar, ya pazartesi, ya salı ya da onu takib eden çarşambadır. Eğer o günleri geçirirsem, onların ardından perşembe, cuma yahut cumartesi gelir.

    İbnü`l-Esir "en-Nihaye"de der ki: "Arube, Cuma gününün eski ismidir. Sanırım bu isim Arapça değildir. "Yevm-i arube" veya "yevmi`l-arube" de denilir. Elif lâmsız olanı, daha fasihtir. Alûsî de şunları nakleder: "Arube`nin Arapça olmadığına dair İbnü`l- Esîr`in zannını, Cemalü`d-din Abdullah b. Ahmed eş-Şîşî, kullanılan lafızlar hakkında kaleme alınan "Kitâb u `t-tezyil ve`t - tekmil" adlı eserin muhtasarında ele alarak: "Arube, ister nekre (elif lâmsız), ister ma`rife (eliflâmlı) olsun Cuma günü mânâsınadır. Bu kelime, Arapçalaştırılmış Süryânice bir isimdir." demekte, sonra da Süheyli`nin: "Bazı âlimlerden bi z e ulaştığına göre Arube`nin mânâsı rahmettir." dediğini nakletmektedir." Buna göre günlerin bu eski isimlerinin Araplar`a, Süryâniler`den geçtiği anlaşılır. Çünkü Süryâniler Sabii idiler. Salıya çarşambaya denilmiş olması da, bu iki günün Sabiilerde ve cahiliyye çağı Araplarında uğursuz sayılmalarındandı. Çünkü yıldızlara tapan sabiîler bu günleri Mirrih ve Zühâl`e nisbet ederler, müneccimler de bunları uğursuz sayarlardı. Hala bazılarında görülen salı ve çarşambayı uğursuz sayma inancı, o cahiliyye iti k adının bir kalıntısıdır. Araplar`da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği ve Arube yerine Cuma adını kimin verdiği hakkındaki rivâyetler de çeşitlidir. Bazıları bu ismin Peygamber`in dedelerinden Ka`b b. Lûeyy tarafından verildiğini söylem i şler, bazıları da bu ismi koyanın Medineliler olduğunu rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:

    İlk Cuma:

    Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir, İbnü Sirin`den şu rivâyeti

    nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber Medine`ye gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan M edine`deki müslümanlar Cuma namazı kılmışlardı. Ensâr, "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir onda toplanıyorlar. Hıristiyanların da öyle bir toplantı günleri var, gelin biz de bir toplantı günü yapıp Allah Teâlâ`yı zikredelim ve O`na şükürde bulunalım." demişler ve bunun üzerine cumartesi günü yahudilerin, pazar günü, hıristiyanların o halde biz de bunu arube günü yapalım diye teklif etmişlerdi ki onlar, Cuma gününe arube diyorlardı. Böylece Es`ad b. Zürare`nin yanına toplandılar. Es`ad onlarla iki rekat namaz kıldı ve va`z etti. İşte bu toplantıya Cuma adını verdiler. Es`ad da onlara bir koyun kesti. Bunu, kuşluk ve akşam vakti yediler. Bu, onların hepsi içindi. Sonra da Allah Teâlâ konuyla ilgili olarak âyetini indirdi."

    Aynı şekilde Ebu Davud, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve Beyhakî, Abdurrahman b. Ka`b`dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Abdurrahman`ın babası Ka`b b. Mâlik (r.a) Cuma günü çağrıyı işittiği zaman Es`ad b. Zürare`ye rahmet okurdu. Bundan dolayı Abdurrahman demiş ki: "Babacığım ezanı işittiğin zaman Es`ad b. Zürare için niye istiğfar edersin, sebebi nedir?" diye sordum. Bana, "Çünkü Beni Beyaza mevkiinde Nakıu`l-Hadamat (denilen yerde) bize ilk Cuma kıldıran odur." dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" dedim "Kırk erkek idik." dedi." Fethu`l- K adir`de İbnü Hümâm`ın dediği ve İbnü Sirin`in rivayetinden de anlaşıldığı gibi bu namaz, âyet indirilmeden ve Cuma farz olmadan önce kılınmış demektir. Fakat Alûsî`nin kaydettiğine göre İbnü Hacer, "Tuhfetu`l-Muhtac"da demiştir ki: "Cuma namazı Mekke`de farz kılındı. Fakat bu ibadet orada yerine getirilmedi. Çünkü henüz yeterli sayı yoktu. Yahut bu namazın özelliği, ortaya çıkmak olduğu halde Resulullah orada gizleniyordu. Medine`de onu ilk defa kılan da Medine`den bir mil uzakta bulunan Es`ad b. Zürare`dir." Ancak Resulullah hakkında Cuma`nın şartları tamamlanmadan farz kılınmış olması da garip görünmektedir. Gerçi abdest gibi önceden farz kılınıp âyetin sonra nazil olması da düşünülürse de, ya sayının yeterli olmamasından yahut da Peygamber`in gizlenme s inden dolayı şartlarının tahakkuk etmediği bir zaman farz kılınması ictihaden uzak görünür. Bu yalnızca Cuma`ya izin mahiyyetinde düşünülebilir. Nitekim Darekutni`nin İbnü Abbas`tan yaptığı şu nakil de bunu göstermektedir. İbnü Abbas demiştir ki: "Resullu l lah hicret etmeden önce Cuma`ya izin verilmişti. Fakat Mekke`de onun Cuma kıldırmaya gücü yoktu. Bu

    yüzden Mus`ab b. Umeyr`e şunları yazdı: "İmdi yahudilerin açıkça Zebur okudukları güne bakın, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da, Cuma günü zeval vakti gün yarıyı aştığında Allah`a iki rekat namazla yaklaşın." Bu suretle Mus`ab. Hz. Peygamber Medine`ye gelinceye kadar Cuma kıldıranların ilki olmuş, zevalin sonunda öğle vakti Cuma`yı kıldırmış ve bunu ortaya çıkarmıştı. Görülüyor ki, İbnü Abbas ` tan gelen bu rivâyette farz kılındığı değil, Cuma`ya izin verildiği ifade edilmiştir. Ancak yine bir rivâyette Cuma`yı ilk kıldıranın Es`ad b. Zürare değil, Mus`ab`ın olduğu zikredilmiştir. Taberânî`nin Ebu Mes`ud el-Ensari`den yaptığı rivayet de böyledir. Ebu Mes`ud demiştir ki: "Muhacirlerden Medine`ye ilk gelen Mus`ab b. Umeyr`dir. Orada Cuma namazını ilk kıldıran da odur. Bu namazı o, Resulullah (s.a.v) Medine`yi teşrif etmeden önce kıldırmıştı. Sayıları on iki idi." Suyuti`nin belirttiğine göre Buhârî de bu rivâyeti nakletmiştir. Ve o Cuma namazı Peygamber (s.a.v) `in emriyle olmuştur." Es`ad b. Zürâre`nin ilk olarak kıldırdığına dair olan haberler daha kuvvetli gibi görünmekle beraber, bu rivâyetlerin ikisini de nazar-ı itibare alarak birleştirme cihe t ine gidilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Es`ad henüz Peygamber`den emir gelmeksizin Mus`ab ise Peygamber`in görevlendirdiği bir kişi olarak kıldırmış olduğundan her birini ayrı ayrı makamda ele almak gerekmektedir. Muhtemelen Mus`ab Medine`nin içinde, Es`ad da Medine yakınında bir köyde kıldırmış olması itibariyle ilktir. Diğer bir ihtimal de her ikisi de birlikte çalışmışlar, Es`ad cemaatı toplayıp temin etmiş, Mus`ab da Peygamber`in emriyle haberi getirip teşvik ederek imam olmuştur. Nitekim Hafız İbnü Hac e r, "Es`ad emîr, Mus`ab imam idi." diye bir ihtimali belirtmiştir. Mamafih birinde cemaatın on iki, diğerinde kırk olduğunun ifade edilmesi, de namazı ilk kıldıranın Mus`ab olduğuna işaret etmekten uzak değildir. Demek ki Mus`ab`ın cemaatı on iki kişi ik e n, Es`ad`ın gayretiyle bu sayı, kırka ulaşabilmiştir.

    Hangisi olursa olsun bu rivâyetlerin hülasasından iki şey anlaşılmaktadır.

    Birincisi, o vakit cemaatle kılanan namaz, hutbe ve mevcut şartlarıyla bilinen Cuma namazı şeklinde olduğu takdirde dahi, henüz farz olmayıp izin verilmiş olarak kılınmış ve farziyyeti Hz. Peygamber`in hicretinden sonra vuku bulmuş demektir. Gerçekte İbnü Mâce`nin Cabir (r.a)`den rivayet ettiği şu hadis de buna delalet etmektedir. Cabir şöyle demiştir: "Resulullah (s. a.v) hutbede

    dedi ki: "Allah Teâlâ Cuma`yı size bu senemde, bu ayımda, bu günümde ve bu makamımda kıyamete kadar farz kıldı. Binaenaleyh her kim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim bir imamı olduğu halde Cuma`yı hafife alarak veya inkar ederek terk ederse Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı da, zekatı da, haccı da, orucu da, hayrı da yoktur, ta ki tevbe edinceye kadar. Her kim de tevbe ederse, Allah da tevbesini kabul eder." B u hutbenin tarihi açıklanmamış ise de, hadisin lafızlarına bakarak, hicretten hayli zaman sonra okunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü haccın farz kılınması, sahih görüşe göre hicretin altıncı senesindedir. Daha önce veya daha sonra olabileceği de ifade edi l miştir. Gerçi bu hutbe, Cuma`nın kıyamete kadar farz olduğunu ortaya koymuş ancak farziyyet daha önce vuku bulmuş denilebilirse de, zahiri anlamı, bu farziyetin Medine`de, söz konusu olan sûre veya Cuma âyetinin inişi sırasında olduğunu göstermektedir.

    İkincisi şu da anlaşılıyor ki Medinelilerin arube gününe Cuma ismini vermeleri kendiliklerinden olmayıp Mus`ab haberinin delaletine göre, Mekke`de bulunan Resulullah tarafından bir duygu üzerine olmuştur. Diğer bazı haberlerden de, Cuma isminin Araplar c a öteden beri bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Cuma gününün dem ile Havva`nın bir araya geldikleri gün olduğuna dair de bazı rivâyetler vardır. Her yerde olduğu gibi bir toplulukta bir günün birden fazla ismi de bulunabilir. Bu suretle denilebilir ki, ar u be ve Cuma isimleri, Ka`b b. Lüey`den önce de mevcuttu. Ancak Cuma isminin İslâm`la yerleştiği konusunda şüphe yoktur.

    Peygamber`in kıldırdığı ilk Cuma

    Şurası bir gerçektir ki, Resulullah (s.a.v) Medine`ye hicret ettiği zaman ilk defa Kuba`da Amr b. Avf oğullarına indi ve orada Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kalıp Kuba Mescidi`nin temelini attı. Sonra Cuma günü Medine`ye doğru yola çıktı, Salim b. Avf oğullarına ait bir vadiye geldiğinde Cuma namazı vakti girmişti; Resulullah orad a hutbe okuyup Cuma`yı kıldırdı ki işte Hz. Peygamber`in ilk kıldırdığı Cuma budur.

    Minberin Konulması.

    Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere bir takım kimseler Hz. Peygamber`in minberinin ağacı hususunda ihtilafa düştüler. Sehl b. Sa`d es-Saidi (r.a)`den bunu sordular. O da şöyle dedi. "Vallahi ben onun hangi ağaçtan yapıldığını bilirim. Hem onu, ilk yerine konulduğu ve Hz. Peygamber`in üzerine ilk oturduğu günü gördüm. Resulullah (s.a.v) falanca kadına -ki Selh bu kadının ismini de söylemişti- haber gönderip, "Marangoz kölene emret de benim için ağaçtan bir kaç basamaklı birşey yapsın, insanlara hitab ettiğim zaman üzerine oturayım." dedi. Kadın da kölesine emretti, o da ğabe tarfasından yapıp kadına verdi. Kadın da onu Resulullah` a gönderdi. Resulullah da emretti, buraya konuldu. Sonra Resulullah`ı onun üzerinde namaz kılarken gördüm. Üzerinde tekbir aldı, rükua vardı, sonra gerisin geri inip minberin dibinde secde etti. Sonra yine döndü ve tekrar etti. Bitirdiğinde insanlara karşı döndü ve "Ey insanlar ben bunu şunun için yaptım ki, bana uyasınız ve benim namazımı belleyesiniz." dedi."

    Yine Buharî`de Cabir b. Abdullah (r.a)`dan gelen bir rivâyette söz konusu sahabi şöyle demiştir: "Bir ciz` yani bir ağaç kütüğü vardı. Resulullah ona doğru dikilirdi. Minber (yapılıp) yerine konulduğu zaman o kütüğün yeni yavrulu develerin inlediği gibi sesini işittik, tâ ki Resulullah inip de üzerine elini koyuncaya kadar."

    Resulullah ilk defa minbere çıktığı zaman terkedilmiş olan o kütüğün böyle ses çıkarıp, Resulullah`ın mübarek elini koymasıyla susması "Hanin-i Ciz" (ağaç kütüğünün iniltisi) mucizesi adıyla bilinmektedir.

    Medine`den sonra ilk Cuma

    Resulullah (s.a.v)`ın mescidindeki Cuma`dan sonra Medine dışında ilk Cuma namazı kılınan yer de, Bahreyn`de "Cevasa"da bulunan Abd-i Kays Mescidi`dir. (Buhârî ve diğer kaynaklara bkz.)

    Cuma`nın Şartları.

    Bu âyetten ve yapılan izahlardan anlaşıldığı üzere Cuma namazı, şartlarını taşıyan kimselere farz-ı ayındır. Fakat bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ ve taharet şartlarından başka Cuma namazının fıkıh kitablarında açıklanan iki çeşit şartları vardır ki "Ey iman edenler!" hitâbının önce bu şartları taşıyanlara yönelik olmasından dolayı, onları burada özetleme n in uygun olacağı kanaatindeyiz.

    Cuma`nın şartları iki nevidir. Birincisi vücubunun, yani farz olmasının şartları. İkincisi, edâsının (yerine getirilmesinin) şartları.

    Vücubunun şartları: 1- Hürriyet, köle olanlara vacib değildir. 2- Erkek olmak, kadınlara vacib değildir. 3- İkâmet, misafir olanlara vacib değildir. 4- Sıhhat, Cuma`ya gitmekle hastalığının artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara da vacib olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedirler. 5. Yürümeğe kudret, binaenaleyh ayakları olmayan yahut kötürüm olanlara Cuma`ya götürecek kimse bulunsa bile vacib değildir. 6- Selamet, gözleri görmeyene vacib olmaz. Eğer onu Cuma`ya götürecek bir yardımcı bulunursa, İmaneyn`e göre vacib olur. Aynı ş e kilde zalimden, takip edilmekten, şiddetli yağmur, kar, çamur ve benzeri şeylerden korkan kimseye de Cuma namazı vacib olmaz. ücretle işçi çalıştıran kimse, çalıştırdığı işçiyi Cuma`dan men edebilir. Eğer kasabada ise men etmemelidir. Ancak cami uzak ise gidip gelinceye kadar geçen sürenin ücreti düşer, şayet mesafe yakın ise ücrette eksiltme yoluna gidilmemelidir.

    Ancak şu da belirtilmelidir ki, bu şartlar bulunmayıp da Cuma kendisine farz olmadığı halde kılan kimselerin üzerinden vaktin farzı, yani öğle namazı düşer. Yani Cuma`nın şartlarını taşımayanlar ondan men edilmezler ancak kılmama konusunda izinli sayılırlar. Zira bu şartlar, Cuma`nın sıhhatinin değil, vacib olmasının şartlarıdır. Onun için kılınabildiği takdirde namaz sahih olup, karşılığın d a sevab vardır. Bu şartları taşımasalar da netice itibarıyla onlar da mümin oldukları için, âyette yer alan "koşunuz" emri, onlar hakkında vücubiyyet değil, nedb (mendub) ifade edebilir.

    Cuma`nın edasının şartları. Birincisi, mısr-ı cami, (idari kurumları olan belde)dir. İbnü Ebi Şeybe Hz. Ali (r.a)`den şöyle bir rivayet nakleder: "Cemiyyetli bir belde veya büyük şehirden başkasında ne Cuma, ne teşrik ne Ramazan bayramı ne de Kurban

    bayram namazı söz konusu değildir." Abdurrezzak da, Abdurrahman es-Sulemi hadisiyle yine Hz. Ali`den yaptığı rivâyetinde şöyle der: "Cemiyyetli beldeden başkasında ne teşrik ne de Cuma yoktur."

    Mısr-i Câmi`, Cemiyyetli kasaba demektir. Bu kavramın tarifinde başlıca iki görüş vardır. Birincisi, hükümleri uygulayacak ve cezaları yerine getirecek bir hakim ve emîr, yani mazlumu zalimden kurtaracak, asayiş ve inzibatı muhafaza edecek amiri bulunan kasaba demektir ki, sahih olan görüş budur.

    Bunun hulalası hukuk ve ceza, adliye işlerini görüp ve icrâ eden bir hakim ile asayiş ve inzibatı idare eden bir vali veya müdür bulunarak hükümetin tam bir kısmını teşkil etmiş olan bir kasaba demek olur ki, hikmetinin emniyet ve asayişi temin meselesi olduğu aşikardır.

    Böyle bir kasabanın gerek camiinde ve gerek izin verilmek şartıyla namazgah ve meydanlarından birinde Cuma namazı kılınabilir. İkincisi, kendilerine Cuma vacib olan halkının hepsi toplandığı takdirde mevcut camiine sığmayacak kadar kalabalık olan cemiyyetli şehir veya köy demektir. Sonraki âlimlerin fetvası ve memleketimizdeki uygulama da bu şekildedir. Bu derece kalabalık bulunan bir köyde hakim ve emir bulunmasa bile, emniyeti muhafaza edecek bir cemaatın tam bir cüz`ü mevcut demektir.

    Hidaye şerhi "Kifâye"de nakledildiğine göre İmam Ebu Yusuf`tan bir rivâyette de, on bin kişinin oturduğu yer olarak tarif edilmiştir ki, ekseriya kaza merkezlerinin nüfusu bu kadardır. Süfyan-ı Sevri de "Mısr-ı cami, insanların şehir kabul ettikleri yerdir." demiştir. Bazı Hanefi alimleri de "Bir sanat sahibinin başka b ir sanata geçmeye ihtiyaç duymaksızın kendi sanatıyla geçinebileceği yerdir." diye tarif etmişlerse de bunlar, nadir rivâyetlerdendir.

    İmam Şafiî, mısr-i cami`yi Cuma`nın edasının şartları arasında saymamış, hür erkeklerde kırk kişinin yaz ve kış göçmemek üzere ikamet ettikleri her köyde Cuma namazı kılınır, demiştir. Bununla beraber cemaatın kırk erkekten aşağı olmamasını da şart koşmuştur ki, bu sayıdan aşağı olan cemaatle Cuma kılınamayacağı kanaatindedir. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir k i İmam Şafii`ye göre Cuma`nın eda edilebilmesi için oldukça cemaatli ve güvenli bir yer şarttır.

    Bir yerde sabit olmayan konar göçer aşiretlerde, kır ve vadilerde cemaatle öğle namazı kılınır. Cuma namazı kılındığı takdirde de öğle namazının düşmeyip kılınması gerekir. Ancak (Mina) gibi bir mevsimde büyük toplantı mahalli olan bir yerde Emîr`in bulunması halinde o mevsimde Cuma kılınabilir. Yalnız Arafat`ta Cuma namazı ittifakla kılınmaz. Büyük şehirlerde Cuma namazının çeşitli yerlerde kılın m ası, Hanefilerce en sahih görüş olarak kabul edilmiş ve fetva da buna göre verilmiştir.

    İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya tarafından izin verilen bir zatın kıldırmasıdır. Çünkü Cuma namazı büyük bir kalabalıkla kılınacağından kimin kıldıracağı konusunda çekişme ve fitne ortaya çıkabilir. Bu ise, Cuma`nın tatil edilmesine sebeptir. Fethu`l-kadir`de zikredilen "Gerek zalim ve gerek adil bir imamı (devlet başkanı) bulunduğu halde kim Cuma`yı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki, o kimsenin namazı da yoktur.." hadisinde adil de olsa zalim de olsa bir imamı bulunduğu halde terkeden tehdit edilirken, Cuma`nın lüzumu için adil veya zalim mutlak bir imamın şart olduğu da ileri sürülmü ş ve dört şeyin vülata yani bir beldede bulunan en yüksek idarecilere ait olduğu söylenmiştir: 1- Fey, (savaşmadan elde edilen ganimet) 2- Sadakalar, 3- Cezalar, 4- Cumalar. Bu konudaki rivayet şöyledir: Onun için Hanefi Mezhebine göre, hükümet reisinin e mri veya izni olmadıkça Cuma`nın caiz olmadığı söylenmiştir. İşte buna "izn-i sultan" (devlet başkanının izni) denilmektedir." Bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Sultanın ve onun yardımcısının emri olmadan Cuma caiz değildir." Bir yerde imam varken bir adam Cuma günü onun izni olmadan hatiblik etse bu da caiz olmaz. Vali, kadı veya zabıta müdürünün kıldırması veya hatibe emir ya da izin vermesi de kafi değildir. Çünkü bunların tayin fermanlarında Cuma`ya izin selahiyyetinin bilhassa yazılmış olması g e rekmektedir. Eğer imamdan izin almak mümkün olmaz ve insanlar kendi seçtikleri bir zatın başına toplanırlar da o kıldırırsa bu caiz olur. Emirin hutbeye izin vermesi Cuma için izin sayılır. Aynı şekilde Cuma`ya izni de hutbe için izin demektir.

    Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde vakit şarttır, vaktinden önce

    kılınması caiz değildir. Ancak diğer namazlar vakit geçtikten sonra da kaza edilebildiği halde Cuma namazının kazası yoktur. Vakti geçerse öğle namazı kaza edilir. Cuma`nın vakti de öğle vaktidir. Buharî`de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v) Cuma`yı güneşin meyli sırasında kılardı. Bu yüzden Cuma, zevalden önce sahih olmaz. Ancak Ahmed b. Hanbel bir rivâyetinde bunun sahih olduğunu söylemiştir. Fakat ikindinin vakti g i rdikten sonra daha kılınmaz. "İmam Malik bu görüşe muhalefet etmiştir." Namazda iken vakit çıkarsa yeni baştan öğle namazını kılar üzerine bina etmez. İmam Şafii de bu görüşe muhalefet etmiştir.

    Dördüncüsü, hutbedir ki biraz önce bu konuda bilgi verildi.

    Beşincisi, Cemaattır. En azı, imamdan başka üç erkektir. Ebu Yusuf, imam ile beraber üç kişinin olmasını da caiz görmüştür. Cuma için cemaatın şart olduğu konusunda icma vardır. Ancak en az sayının kaç olduğu hususunda ittifak sağlanamamıştır. Bu ihtilaflar, on üç madde olarak zikredilmiştir. Şöyle sıralanabilir: 1- Biri imam olmak üzere iki kişi. İbrahim en-Nehai, Hasan b. Salih ve Davud bu görüştedir. 2- İmam ile beraber üç kişi. Bu görüş, Evzai, Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed ve Rafii`nin nakline göre İmam Şafii`nin yeni görüşü olarak rivayet edilmiştir. 3- İmam ile beraber dört kişi. Bu da, İmam-ı A`zam Ebu Hanife, Sevri ve Leys`in görüşüdür. Ayrıca İbnü Münzir, Evza`i ve Ebu Sevr`den aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir. Şerh-i Münezzeb müellifi, İmam Muhammed`den ve Telhis sahibi de Şafi`nin eski görüşünden nakilde bulunmuştur. 4- Yedi kişi. İkrime`den nakledilmiştir. 5- Dokuz kişi, Rebia`dan nakledilmiştir. 6- On iki kişi. Bunu da Maverdi, İmam Muhammed, Zühri ve Evza ` i`den nakletmiştir. 7- İmam ile beraber on üç kişi. İshak b. Raveyh`ten menkuldur. 8- Yirmi kişi, Malik`ten nakledilmiştir. 9- Otuz kişi. Malik`ten diğer bir rivâyettir. 10- İmam ile berabe kırk kişi. Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe`nin ve yeni görüşünde Şafii`nin rivâyetidir. Ahmed b. Hanbel`den meşhur olarak nakledilen de budur. Bu ayrıca, Ömer b. Abdu`l-aziz`den rivayet edilen iki görüşten biridir. 11- Elli kişi. Ömer b. Abdu`l-aziz`den nakledilen diğer rivâyettir. 12- Seksen kişi. Mazeri`nin görüşüdür. 1 3- Belli bir sayı olmaksızın kalabalık bir topluluk. Malik`ten nakledilmiştir. Bu görüş, şu şekilde şöhret bulmuştur: Muayen bir sayı şartı olmaksızın bir kentte ikamet edip kendi aralarında alış veriş yapacak kadar kişiden oluşan bir cemaat olmalıdır. B u, üçten dörtten fazla demektir. Buhârî şerhinde Hafız İbnü Hacer, "Bu görüş, en

    tercihe şayan olsa gerektir." demiş ise de, Şâfii mezhebinin büyük imamlarından olan Müzeni bile ebu Hanife`nin kavlini tercih etmiş, Suyuti de bu görüşte olduğunu söylemiştir. (Alûsî) Lugat itibarıyla de cemaatın en azı üçtür. Ma-mafih bütün bu ihtilaflardan uzak kalmak için Cuma`yı en kalabalık camide kılmak daha faziletlidir. Cemaatın oluşması için Cuma`ya gelenlerin akıl baliğ ve erkek olmaları şarttır. Binaenaleyh kadınl a r ve çocuklarla cemaat meydana gelmez. Yani bunlar cematın oluşması için şart olan sayıya dahil değildirler. Cemaata gelenlerin hür ve mukim olmaları şartı yoktur. Köle ve misafirlerden, hasta ve mazereti olanlardan da cemaat meydana gelebilir. Hatta bun l arın Cuma`da imametleri bile caizdir. Ancak İmam Züfer`e göre, kendilerine Cuma vacib olmayanların imametleri de sahih değildir".

    Altıncısı, İzn-i âmmdır. Yani camilerin kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. Hatta bir cemaat camide toplanıp kapıları üzerl
keyboard_arrow_up