Peygamberimizin Kabileleri Dine Daveti ve Akabe Bey`atı
104- Mekke`deki müşrikler, Ebû Talib`in öğütlerini dinlemediler. Onun ölümünden sonra Hazret-i Peygambere daha ziyade düşmanlık ettiler. Eziyet etmeğe kalkıştılar. Peygamber Efendimiz de azadlısı olan Zeyd`le beraber Mekke`den çıkıp Taife gitti. Önce civarında bulunan "Bakr ibni Vail" kabilesi ile "Kahtan" kabilelerinden birini dine davet etti; fakat bunlar daveti kabul etmediler. Sonra Taife vardılar. Orada "Benî Sakıf` kabilesini dine çağırdı; onlar da kabul etmediler, uygunsuz sözler söylediler. Hazret-i Peygamber Mekke`ye döndü, Mekke`ye bir konaklık mesafede bulunan "Batni Nahle" vadisine gelince, bir gece orada kalıp ibadetle meşgul oldu. "Errahman" sûresini okurken cinlerden bir bölük gelip okunan âyetleri dinlediler ve Peygamber Efendimize iman ettiler. Duyduklarını gidip diğer cinlere de anlattılar. Bu bir gerçektir. Bunu Kur`ân-ı Kerîm bildirmektedir.
105- Peygamber Efendimiz yalnız insanlara değil, cinlere de peygamber gönderilmiş bulunmaktadır. Bunun içindir ki, kendisine Resulü`s Sakaleyn (insanların ve cinlerin peygamberi) denilmiştir. Meleklere de peygamber olarak gönderilmiş bulunduğunu söyleyenler vardır. Gerçek şu ki, onun varlığı bütün âlemler ve yaratıklar için Allah tarafından bir rahmet olmuştur.
106-Peygamber Efendimiz Taif`den Mekke`ye dönünce, yine her türlü eziyetlere katlanarak halkı İslâm dinine çağırmaya devam etti. Her sene hac mevsiminde civardan Mekke`ye gelen ve "Suk-ı Ukaz" denilen panayırda toplanan kabilelerle görüşüp onları İslâm dinine çağırıyordu. Bunlardan bir kısmı daveti kabul ederek müslüman olmuş ve böylece İslâmiyet yavaşça Arab yarımadasına yayılmaya başlamıştı. Mekke müşrikleri de, bu yayılmanın önüne geçmek istiyorlardı. Peygamberimize iftira ediyor, ona şair, kâhin, mecnun, sahir demek küstahlığında bulunuyorlardı.
Ne garipdir ki, içlerinde "Velid ibni Muğire" gibi cin fikirli adamlar, Hazret-i peygamber için şöyle diyorlardı:
"Biz Muhammed`e (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl kâhin diyebiliriz ki, onun sözleri asla kâhinin sözlerine benzemiyor. Biz ona nasıl mecnun diyelim ki, onda asla cinnet alâmeti yoktur. Biz ona şair de diyemeyiz; çünkü biz şiirin bütün kısımlarını biliriz. Onun sözleri bunlardan hiç birine benzemiyor. Ona büyücü veya sihirbaz da diyemeyiz; çünkü o ne okuyup üflüyor, ne düğüm bağlıyor. Onun neresi sihirbaza benziyor? Doğrusu bu dediklerimizin hiç biri ona yakışmıyor."
107- Birtakım hayırsız kimseler, peygamberde görülen İlâhi nuları ve olgunluk hallerini anlayamayıp ondan yararlanamadıkları gibi, başkalarının da yararlanmasına engel oluyorlardı. Fakat zavallılar bilmiyorlar ki, Yüce Allah`ın güneşini hiç kimse perdeleyemez. Allah`ın nurunu kimse söndüremez. Böyle tehlikeli hareketlerde bulunanlar ve kötü kuruntu taşıyanlar yıkılıp giderler. Allah`ın nuru yine anlayış sahibi mü`minlerin gönlünü aydınlatmaya devam edip gider. Dünya tarihi buna şahiddir.
108- Peygamberliğin on birinci yılı idi. Peygamber Efendimiz yine hac mevsiminde kabileleri dine davet ediyordu. Medine halkından ve Hazreç kabilesinden bir topluluğa "Akabe" denilen tepede rasgeldi. Kendilerine İslâm dinini anlattı. Kalbleri duygulandıran ve aklı düşünmeye götüren Kur`ân-ı Kerîm âyetlerinden bir mikdar okudu. O muhterem topluluk da, İslâmiyetin ne yüksek bir din olduğunu anlayarak Allah`ın peygamberini doğruladılar ve iman ettiler. Bir yıl sonra bunlardan beş kişi ile yine Medine halkından diğer yedi kişi gelip "Akabe" isimli yerde Hazret-i Peygamberle görüştüler. "Bundan sonra Yüce Allah`a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina etmeyeceklerine, hiç kimseye iftirada bulunmayacaklarına, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine" dair Hazret-i Peygambere söz verdi, and içtiler. İşte bu şekilde yapılan sözleşme`ye (and`a), "Birinci Akabe Bey`atı" denir.
109- Birinci Akabe Bey`atını yapan ashab-ı kiram Medine`ye döndüler, orada İslâmiyeti yaymaya başladılar. Peygamberliğin on üçüncü yılında, Medine`deki Evs ve Hazreç kabilelerinden yetmiş üç erkek ile iki hanım yeniden geldiler. Ebu Eyyüb El-Ensarî de bunların arasında idi. Peygamber Efendimizle Akabe denilen yerde buluştular ve İslâmiyeti kabul ettiler. Ayrıca Peygamber Efendimizi Medine`ye davet ettiler. Medine`ye şeref verdikleri zaman da kendisini canları gibi koruyacaklarını ve emirlerine uyacaklarını, müslümanların fakirlerine ve zayıflarına yardım edeceklerine yemin ederek kabullendiler ve buna söz verdi, and içtiler. İşte bununla "İkinci Akabe Bey`atı" meydana gelmiştir.
105- Peygamber Efendimiz yalnız insanlara değil, cinlere de peygamber gönderilmiş bulunmaktadır. Bunun içindir ki, kendisine Resulü`s Sakaleyn (insanların ve cinlerin peygamberi) denilmiştir. Meleklere de peygamber olarak gönderilmiş bulunduğunu söyleyenler vardır. Gerçek şu ki, onun varlığı bütün âlemler ve yaratıklar için Allah tarafından bir rahmet olmuştur.
106-Peygamber Efendimiz Taif`den Mekke`ye dönünce, yine her türlü eziyetlere katlanarak halkı İslâm dinine çağırmaya devam etti. Her sene hac mevsiminde civardan Mekke`ye gelen ve "Suk-ı Ukaz" denilen panayırda toplanan kabilelerle görüşüp onları İslâm dinine çağırıyordu. Bunlardan bir kısmı daveti kabul ederek müslüman olmuş ve böylece İslâmiyet yavaşça Arab yarımadasına yayılmaya başlamıştı. Mekke müşrikleri de, bu yayılmanın önüne geçmek istiyorlardı. Peygamberimize iftira ediyor, ona şair, kâhin, mecnun, sahir demek küstahlığında bulunuyorlardı.
Ne garipdir ki, içlerinde "Velid ibni Muğire" gibi cin fikirli adamlar, Hazret-i peygamber için şöyle diyorlardı:
"Biz Muhammed`e (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl kâhin diyebiliriz ki, onun sözleri asla kâhinin sözlerine benzemiyor. Biz ona nasıl mecnun diyelim ki, onda asla cinnet alâmeti yoktur. Biz ona şair de diyemeyiz; çünkü biz şiirin bütün kısımlarını biliriz. Onun sözleri bunlardan hiç birine benzemiyor. Ona büyücü veya sihirbaz da diyemeyiz; çünkü o ne okuyup üflüyor, ne düğüm bağlıyor. Onun neresi sihirbaza benziyor? Doğrusu bu dediklerimizin hiç biri ona yakışmıyor."
107- Birtakım hayırsız kimseler, peygamberde görülen İlâhi nuları ve olgunluk hallerini anlayamayıp ondan yararlanamadıkları gibi, başkalarının da yararlanmasına engel oluyorlardı. Fakat zavallılar bilmiyorlar ki, Yüce Allah`ın güneşini hiç kimse perdeleyemez. Allah`ın nurunu kimse söndüremez. Böyle tehlikeli hareketlerde bulunanlar ve kötü kuruntu taşıyanlar yıkılıp giderler. Allah`ın nuru yine anlayış sahibi mü`minlerin gönlünü aydınlatmaya devam edip gider. Dünya tarihi buna şahiddir.
108- Peygamberliğin on birinci yılı idi. Peygamber Efendimiz yine hac mevsiminde kabileleri dine davet ediyordu. Medine halkından ve Hazreç kabilesinden bir topluluğa "Akabe" denilen tepede rasgeldi. Kendilerine İslâm dinini anlattı. Kalbleri duygulandıran ve aklı düşünmeye götüren Kur`ân-ı Kerîm âyetlerinden bir mikdar okudu. O muhterem topluluk da, İslâmiyetin ne yüksek bir din olduğunu anlayarak Allah`ın peygamberini doğruladılar ve iman ettiler. Bir yıl sonra bunlardan beş kişi ile yine Medine halkından diğer yedi kişi gelip "Akabe" isimli yerde Hazret-i Peygamberle görüştüler. "Bundan sonra Yüce Allah`a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina etmeyeceklerine, hiç kimseye iftirada bulunmayacaklarına, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine" dair Hazret-i Peygambere söz verdi, and içtiler. İşte bu şekilde yapılan sözleşme`ye (and`a), "Birinci Akabe Bey`atı" denir.
109- Birinci Akabe Bey`atını yapan ashab-ı kiram Medine`ye döndüler, orada İslâmiyeti yaymaya başladılar. Peygamberliğin on üçüncü yılında, Medine`deki Evs ve Hazreç kabilelerinden yetmiş üç erkek ile iki hanım yeniden geldiler. Ebu Eyyüb El-Ensarî de bunların arasında idi. Peygamber Efendimizle Akabe denilen yerde buluştular ve İslâmiyeti kabul ettiler. Ayrıca Peygamber Efendimizi Medine`ye davet ettiler. Medine`ye şeref verdikleri zaman da kendisini canları gibi koruyacaklarını ve emirlerine uyacaklarını, müslümanların fakirlerine ve zayıflarına yardım edeceklerine yemin ederek kabullendiler ve buna söz verdi, and içtiler. İşte bununla "İkinci Akabe Bey`atı" meydana gelmiştir.