İNŞİRAH
Açmadık mı? Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip de her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik mi? Râğıb şöyle der:
Şerhin aslı, eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile onu genişletmektir.
Şihâb yazarı der ki: Aslı, eti yarıp açmak olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde bulunanı açığa çıkarmayı gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve genişlik kalb hakkında da kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve neşe verecek şeyi idrak etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun sıkıntısını açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi bir sebep, b i r duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan sevinci gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh denilmek gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa için kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişl e mesi, onun içinde bulunduran şeyin de genişlemesini gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince genişlik, zıddına da darlık ismi verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye dallarına ayrılan mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik gideri l miş, vasıtalar kaldırılmıştır.
Bu yapılan açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan göğsü açmaya geçerek gitmiştir. Fakat eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye, ondan nefes genişliğine ve kalbin açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe ve genişlemesine geçmek daha uygundur.
SADR, her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs veya bağır dediğimizdir. Arkadan sırta da zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle kalb veya nefisten kinaye de olur.
Dıştan göğüs darlığı zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalb sıkıntısı, elem, ızdırap ve tahammül edememe olduğu
gibi, dışından göğüs genişliği (vüs`at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; ruhun sevinç, şevk, fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder. Bu şekild e "şerh-ı sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye edilmek de yaygın olmuştur. Öyl e ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Alûsî der ki: Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın olduğu gibi nefsin ferahlığı mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf olarak hakiki mânâdadır denilse uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır. Kalbini şununla şerh etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir. Çünkü kalp nefsin konakladığı ye r gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin genişletilmesi onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur. Kalbin mahalli olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da böyledir. Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Ç ünkü normal olarak bir evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin etrafı da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve ferahlığına geçilir.
Kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bazan da şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. Denilmiş ki: Sanki bilgiler geniş bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli imiş gibi hayal edilir de bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği düşünülür. Bazı kere de bundan nefistekinin çoğaltılması kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri genişletmek nefsin genişletilmesini gerektirir düşüncesiyledir.
Bazı kere de "şerh-ı sadr" ile, nefsin kutsal güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi mânâsı kast edilir. Öyle ki nefis, bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının göğü, tecelli türlerinin Arş`ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak, olan ve olmuş bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama göre murat o lunur. Yüce Allah`ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu makama en uygun olan mânâ ise -Ragıb`ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır. Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.
Açık olan, bu gönül rahatlığının Duha Sûresi`nin inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber A`la Sûresi`nde de bunun bir mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr Sûresi`ne kadar bunun mukaddime ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler "şerh-i sadr" ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
BİRİNCİSİ, haberlerde geldiği üzere çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsra gecesinde cismani bir ameliyat suretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, yine yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır. Maddî kalp y ıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi ve münasebeti bulunduğuna inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek reddetmişler; bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi temizliğin manevi temizlik ile de ilg i ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş, bununla beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir. Peygamberlikten önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve kerametler de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre bu r adaki göğüs yarmanın ne peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil, Ve`d-Duha`nın inmesiyle yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani mânâyı da gösteren en kuvvetli rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmiz î ve Nesaî`de Katade`den rivayet edilen şu hadistir. Demiştir ki: Bize Enes b. Malik anlattı. Ona da Malik b. Sa`saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt`in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla bana gel i ndi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes`e ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan uyku ve uyanıklık arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin iman ve hikmet dolarak Mirac`ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir ve bu şekilde bu sûre Mirac`a işaret olabilir. Ve`d-Duha`nın inişi sırasında da bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş demektir. İsra gecesiyle Ve`d-Duha`nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu bilinmiyor ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf edildiği ve Ve`d-Duha`daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir rivayet bulunduğu
için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. Bunda ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak edildiği için, hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan son mânâ olmalıdır. O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki, cisimler onun için çalışır ve ona feda edilir. Hakikatte bir e lem olan cismani ameliyatlar onun bir vesilesi olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu nedenle şu ikinci görüş ihtilafsızdır:
İKİNCİSİ, "şerh-ı sadr" dan maksat, neticesi marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz. Peygamber (s.a.v.)insanlara ve cinlere peygamber gönderilince Allah`tan başka ilâhlardan ve onlara tapanlardan uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce zor gelmiş, göğsünü daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti ki b u nlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu her meşakkat, her şey gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa ve düşünceleri çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası sıkıntılarını tınmaz, i nsanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden korkar, ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı sadr", dünyanın değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun benzeri En`âm Sûresi`ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü İslâm`a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini daraltıp sıkıştırır."(En`âm, 6/125) âyetidir.
Buhârî`de de İbnü Abbas`ın âyetini, "Allah onun göğsünü İslâm`a açtı." şeklinde tefsir ettiği zikredilmekle yalnız bu mânâ gösterilmiştir.
En`âm Sûresi`nde de geçtiği üzere rivayet olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
- Ey Allah`ın Resulü! Göğüs açılır mı?
- Evet.
- Alâmeti nedir?
- Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır.
Bunun özeti şudur: Allah`a ve onun vaad ve tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan uzaklaşmasını, ahirete rağbet etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
2. Resulullah (s.a.v.)`ın sinesi bütün önemli şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü olduğu görevini eda ile meşgul olurdu.
"Senin kalbini" denilmeyip de "senin göğsünü" denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız içte kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah (s.a.v.)`ın sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri gereğince bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
Bir de, "göğsünü açmadık mı?" denilmekle yetinilmeyip de "senin için" denilmesinde de nükteler vardır.
Birincisi, "lâm"ın "lâm"a karşılık olmasıdır. Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..." (Zâriyat, 51/56) ve "Beni anmak için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14) buyurulduğu üzere, "sen bütün itaatı benim için yaparsın, ben de yaptığımı senin için yaparım" demek olur.
İkincisi, elçiliğin faydaları, sevabı Allah`a değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme olur. Yani, benim için değil, senin için açtık.
Üçüncüsü, bu açma ve yarmada zarar ihtimalininin bulunmadığını bildirmek içindir. Yani aleyhine değil, bütün sonuçları hayır olmak üzere lehine açtık ve yardık. Çünkü gafillerde olduğu gibi birçok sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur. Nitekim, "Nihayet kendilerine verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman, ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden mahrum düşmüşlerdir." (En`âm, 6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece derece düşüşe yuvarlıyacağız."(A`râf, 7/182) buyurulmuştur.
"Nun" ile "açmadık mı?" buyurulup da "açmadım mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı vardır: "Nun" tazim ve ululuk gösteren nun olması itibariyle, nimeti verenin büyüklüğü nimetin büyüklüğünü gösterir. Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde de mânâ şu olur: Bu açma ve yarma işini yaparken doğrudan doğruya yalnız yapıvermedim. Meleklerimi de çalıştırdım. Sen o melekleri önünde ve etrafında gör üyordun ki kalbin kuvvet bulsun da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile eda edesin. Bu durumda Cin Sûresi`ndeki
"Gaybını kimseye açmaz. Ancak seçtiği bir elçi olursa başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin diye ki, onlar Rab`lerinin elçilik görevlerini hakkıyla duyurmuşlardır. Allah, onların yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28) mânâsına da işaret olur.
2. "Senden yükünü indirmedik mi?"
VAD`, mutlak koymak mânâsına olduğu gibi aşağılatmak, indirmek, düşürmek mânâlarına da gelir. Burada yükü indirmek mânâsınadır ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha genel olabilir. Zira vizir, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı da bundandır.
3. "O senin sırtını ezen yükü". Bu, yük ve günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır.
İNKD, nikd yahut nekid yapmaktır. Nıkd; yıkıtınya, bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle zayıf ve güçsüz olmuş deveye denildiği gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken, ezilirken, koparken ve bir yük yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı sese; sepilenerek boyanmış ve cilalanmış deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı; eklem yerlerinin, kemiklerin çıtırtısı, kuşların çığırtısı ve bir şişenin ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi seslere de nıkd ve nekid, böy l e ses çıkarmaya da inkad denilir. Buna göre "inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur. Ki bizim "belini kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi" tabirlerimiz gibi ağır l ık ve zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat, peygambere önce dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek anlatılmasıdır.
Bazıları, "nıkd" deve gibi zayıflamak mânâsından, çokları da ses çıkarmak mânâsından kemikleri gıcırdatmak, çatırdatmak mânâsına düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir ki: "Sırtına ağır bastı da ona gevşeklik verdi, gevşetti." demektir. Bu, Araplar`ın şu sözündendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zayıflatmış, etini gidermiş olduğu zaman o deveye, "bu, seferin yorup bitkin düşürdüğü devedir" mânâsına "bu, nıkdu seferdir" derler. Râzî ve diğerleri de demişlerdir ki: "Dilciler şöyle der: Bunun aslı şudur: Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakidi, yani hafif bir sesi işitilir. Nakid; deve üzerine konan sepetlerin,
deve palanlarının, kaburgaların, yük ağır bastığı zaman devenin çıkardığı sestir.
Birincisinde zahr (sırt)`ın mef`ul (tümleç) olması açık denilebilirse de ikincide açık değildir. Çünkü bu mânâca "inkad", seslendirmek değil, seslenmek mânâsına lazım (geçişsiz) olduğundan ses sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan dolayı bunu sebebine dayandırmak kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe sebep olacak derecede ağır basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti ve o na ağır geldi" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz de iki yöne de ihtimali olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır yükü senden indirdi, attı" meâlin d e ifade ettik. Fakat burada `ya böyle müteaddi (geçişli) mânâsı verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmuyor. Bu ses Resulullah (s.a.v.)`ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, ağırlığa ait olmalı. Murat da Resulullah (s.a.v.)`ın, arkası n daki o ağır yükün gıcırtısından, verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır, demek istiyorum. Bu mânâyı anlatmak için de mef`ulü bih (düz tümleç) değil "sırtında" mânâsında mef`ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi Nahiv`de mekan zar f ından "fî"nin kaldırılması pek caiz değil ise de altı yön zarfında, canip ve cihette, haric ve dahil gibi kelimelerde istisna edilerek caiz olduğu bilinmektedir. Sırt mânâsına gelen "Zahr" kelimesi de altı yön zarfından "arka" mânâsıyla düşünüldüğünde "fî" nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi isnad" tan daha yakın ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında gıcırdamakta, bu şekilde sana eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık, indirdik.
Bazı tefsirciler burada "vizr"i, "Onlar günahlarını sırtlarında taşıyorlar."(En`âm, 6/31) âyetinde olduğu gibi "ağır günah" mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını, bu surette "Allah, senin günahından geçmişini ve geleceğini bağışlayacak." (Fetih, 48/2) gibi günahı bağışlamak mânâsına anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb" tabiri, peygamberlerden meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak sürçmesi) ve en uygun olanı yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse de, ağırlık mânâsına gelen vizr`in küçük günahlar i ç in kullanılması uygun olmayacağı gibi, ağırlığı bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle büyütülmüş olan vizr`in küçük günah mahiyetinde
küçük kusurdan ibaretmiş gibi anlaşılması da hiç uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah olmasından değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)`in en küçük bir günahtan bile şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse de zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına değil, ağır yük mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)`i peygamberlikten önce veya başlangıcında son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştı r:
1. Yukarıda da geçtiği üzere peygamberlikten önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin ağırlığı. Zira başlangıçta sırf olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin şirk ve cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan varlık âlemine getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel huylarla nimetler veren yüce Allah`ın, üzerindeki nimetlerini görmüş ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb`ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini de bilememiş olduğ u dan dolayı vicdanında büyük acılar duymuştu. Peygamberlik gelince bu şaşkınlık yok olmuş, bunun gereği olan yük üzerinden atılmıştır. Şu belli bir şeydir ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve sıkıntı ile uygun olduğu gibi, bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek günah ağırlığı gerçekte ruha ait olan bir elem ve azap ağırlığı olmakta birleştiği için; yük bir günah, günah da bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir ağırlık kavramıyla "vizir" mânâsın d a birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir denilmesi bundandır. Ancak yük, elemi yok olarak sonunda bir ecir ve haz olması itibarıyla elemi daha sonra görülecek olan günahtan ayrılır. Onun için "vizr" olmaktan çıkar, nimet olur. Büyük bir kâr iç i n nice ağır yükler, acı kederler bir nimet aşkıyla karşılanarak yolu bulununca haz ve sevinç içinde kolaylıkla çekilir. Oysa günah, kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun aksine olur. Bir de nimet esas itibariyle herkes için övülen bir şeydir. Fakat alçak ve aşağılık kimseler bir hizmet karşılığında olmayarak emek vermeden nimet yiyip durmaktan ar duymaz, utanmaz da buldukça şımarır. Değerli, onurlu kimse ise, gördüğü lütfa karşı hizmet edememiş veya o nimeti yerine sarfedememiş olmakt a n sıkılır, eziyet duyar ve bir hizmet yolu bulmaksızın o nimete kavuşmuş olup durmak kendisine ağır gelir. "Onda hiç kimsenin alacak bir nimeti yoktur."(Leyl, 92/19) vasfına uygun olmak ister. O sırada o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını isteyince o hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek o ağırlık kendisine hafif görünür. İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed (s.a.v)`den
o hayret ve şaşkınlık gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli ahlâkın hükmüyle o gam ve tasa kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa dönüşmüştür.
2. Peygamerliğin gelmesiyle yol görünmüş, şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise de bu kez de daha büyük bir endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)`ın omuzlarına yüklenmiş bulunuyordu. O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine getirilmesindeki büyük zorluk ve sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda başarı derecesini ve kusur ettiği durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini düşünmek meselesi idi ki, buna "A`ba-i risalet" yani, p e ygamberlik yükleri ismi verilir. Zira, "Allah`tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar." (Fâtır, 35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah korkusu da artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu. Ö nce Cibril`le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün kendisini sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece alıştıktan sonra da etraftan kâf i rlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, sıkıntı ve türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış, henüz "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu almamış, "Ve her halde ahiret senin için dünyadan dah a hayırlıdır. İlerde Rabb`in sana verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve müjdesine muhatap olmamış ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet için dinlendirilmek üzere vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu yalnızlık ve başına gelenlerden dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden sözler nedeniyle de çok tasalanmıştı. Bu suretle kendisini yalnız dünya elemleri değil, Rabb`ine karşı bir günah işlemiş olmak endişesiyle ahiretle ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun sır t ına basan ve belini kıracak gibi kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir vizir yani bir ağır yük gibi boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin ard arda devam etmesi ve Ve`d-Duha`nın indirilmesiyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden a t mış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan keşf ve bilgilerini artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne sinek kadar göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değer yoktur." dedirtecek derecede k a lbine ferahlık ve nefsine ilâhî bir kuvvet vermiş,
Kur`ân`ın feyziyle dünya ve ahiret nam ve şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış idi. Onun için buyruluyor ki:
4. Yine senin için zikrini, nam ve ?anyny yükseltmedik mi?.
Bazylaryna verilen ve netice itibariyle haklarynda bir felaket olan ?öhretler gibi aleyhe de?il, syrf lehine olarak yükselttik mânâsy ifade edilmek için yine "zikir"den önce getirilerek tekrar açyk açyk söylenmi?tir.
ZYKYR, burada "Andolsun size bir kitap indirdik ki onda sizin ?erefiniz vardyr."(Enbiyâ, 21/10) âyetinde oldu?u gibi ?eref ve ?an mânâsynadyr. Bununla beraber Kur`ân ve fikir mânâsyna da i?aret olabilir. Resulullah (s.a.v.)`yn nam ve ?anynyn yüksekli?i Bakara Suresi`nin âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle daha yükseklere çykarmy?tyr." (Bakara, 2/253) mânâsy üzere bütün nebi ve Resuller içinde derecelerle yüksekli?idir ki bunun özeti nam ve ?anynyn Allah`yn namyny takip etmesi, Allah anyldykça onun da anylmasydyr. Ebu Ya`la`nyn, Ybnü Cerir`in, Ybnü Münzir`in, Ybnü Ebi Hatim`in, Ybnü Hibban`yn ve Ybnü Merduye`nin ve "Delail"de Ebu Nuaym"yn Ebu Said el-Hudri (r.a.)`den rivayet edildi?ini tesbit ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) ?öyle buyurmu?tur: "Cebrail (a.s) bana geldi ve dedi ki: Rabb`ym ve Rabb`yn ?öyle buyuruyor: "Bilir misin, senin zikrini nasyl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anyldykça sen de benimle beraber anylacaksyn." Bu ise nam ve ?an yüksekli?inin en büyük mertebesini açyklamaktadyr. "Allah" denilince Resulü beraber anylyr. denilince beraberinde denilir. "Allah`a itaat edin, peygamberine itaat edin."(Nisâ, 4/59), "Kim peygambere itaat ederse ku?kusuz Allah`a da itaat etmi? olur."(Nisâ, 4/80), "?ahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah`yn Resulüdür."(Fetih, 48/28-29) buyurulmu?tur. Bu nam ve ?an, bu Allah`la beraber zikredilip anylmak ise her yüksekli?in üstündedir. Nitekim Hz. Hassan`yn ?u beyti de bu yüksekli?e i?arettir:
"O parlak alynly ki üzerinde peygamberlik mührü vardyr. Allah`tan ?ehadet edilmi?tir, paryldar ve ?ahit olur. Allah o peygamberin ismini kendi ismine
katmy?tyr: Be? vakitte müezzin `?ehadet ederim` dedi?i zaman." "Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat eder (?eref ve ?anyny yüceltir)ler. Ey iman edenler! Siz de ona salat ve selam getirin." (Ahzab, 33/56)
5. Demek ki, "zorlukla beraber bir kolaylyk vardyr". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki kysymdan sonraki kysma ?ahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayyrma tarzynda; yahut sebeb bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek suretiyle ta`diye ?eklinde ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek oldu?unu bildirir. Vaadin ne oldu?u sözün aky?yndan anla?ylmaktadyr. `deki elif-lam, fa`nyn fasiha olmasy durumunda görünü?te "ahd" içinde olmak lazym gelirse de cüzden külle (parçadan bütüne) geçi? ile gerçekte vaadi ifade için isti?raka i?arettir. Yllet için olmasy durumunda ise kübra (büyük önerme) demek oldu?u için do?rudan do?ruya isti?raktyr. Demek ki mânâ ?u olur: O gö?sü açma ve yarma, yükü kaldyrma, adyny yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çekti?in zorlukla beraber büyük bir kolaylyk varmy?, o halde daha da vardyr. Yahut, çünkü her zorlukla beraber bir kolaylyk vardyr. Ondan dolayy seni kolayly?a erdirdik, yine de erdiririz.
Me?hur oldu?u üzere burada "beraber", "sonra" mânâsynadyr. Yakynlyk, beraber olmaya benzetilerek ifade olunmu?tur. Çünkü o gö?sü açma ve yükü kaldyrma, yükün syrty ezmesinden sonra olmu?tur. Kysacasy, bu böyle oldu?u gibi ilerisi için de böyledir. "Allah, bir güçlü?ün arkasyndan bir kolaylyk yaratacaktyr."(Talak, 65/7) Bir i? darlyk halinde geni?ler.
6. "Evet, zorlukla beraber bir kolaylyk var". Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni bir ba?langyç ile vaadden vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bunda `in isti?rak için olmasy gerekir. Fakat önceki isti?rak için oldu?una göre bu ona i?aretle ahd için olur ve ?öyle demek olur: Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylyk vardyr. Yani o zorlu?a gö?üs gerilip a?ylyrsa o kolayly?a erilir. Çünkü kolayly?yn var olmasyndan herkesin de mutlaka ona ermesi lazym gelmez. O kolayly?a inanyp, o zorlu?a ehemmiyet vermeyip de Allah`yn izniyle sabyr göstererek dayanan ona erer. Nitekim "Ve`l-Leyli" Sûresi`nde "Kim malyny Allah yolunda verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola muvaffak kylaca?yz."(Leyl, 92/5-7) buyurulmu?tur. ?u halde bundan sonra da bir zorlu?a tesadüf edersen onu da ba?ka bir kolayly?yn izleyece?ini veya beraberinde bir kolaylyk bulundu?unu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yylma. Onu da gönül
ho?lu?uyla kar?yla. Burada "beraber" "sonra" mânâsynadyr. Zira zorluk ve kolaylyk zyt ?eylerden oldu?u için bir arada bulunmalary caiz olmaz. Bir yere pe?pe?e ve ard arda gelirler. ?u kadar ki bir yere varmalary itibaryyla beraber imi? gibi de dü?ünülebilirler. Yani bir yönden zor görünen bir ?eyde di?er yönden bir kolaylyk vardyr. O ?eyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolayly?yna erer. Her zorlu?u bir kolayly?yn izleyece?ine inanmak da o zorlu?un yalnyz sonunda de?il, beraberinde de bulunan bir kolaylyk yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çaly?an müminler için her zorlukta iki kolaylyk var demektir ki, bunun birine dünya kolayly?y, di?erine ahiret kolayly?y demek uygun olur.
Rivayet olunmu?tur ki, Resulullah (s.a.v) bu âyet inince ferahlyk ve ne?e içinde gülerek çykmy?, "bir zorluk iki kolayly?y yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylyk vardyr, zorlukla beraber bir kolaylyk vardyr." diyordu. Bu mânâ ço?unlukla zorluk mânâsyna gelen "usr" kelimesinin belirli, kolaylyk mânâsyna gelen "yüsr" kelimesinin belirsiz olmasyyla izah edilmi?tir ki bu izah, ikinci usr kelimesindeki "lâm"yn ahit mânâsynda olmasy dü?üncesine dayanyr. Bununla beraber bu daha çok bu âyetlerin üstündeki ve altyndaki "fâ"larla öncesi ve sonrasyyla olan irtibat ve ba?lylyktan anla?ylmaktadyr. Ahd ise, önceki "usr" kelimesinde açyk veya dolayly olarak anla?ylan genelli?in ahdi olmalydyr. Her zorlukla beraber kolayly?yn bulunabilmesini de açyklady?ymyz gibi tarty?masyz olarak anlamak mümkündür. Yani kolayly?yn var olmasy, onun herkes için meydana gelmesini gerektirmez. Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylyk var?" gibi bir soru sorulamaz. Sorulsa, "cennet vardy ama o iman etmedi" diye cevap verilir.
Usr kelimesinin ba?yndaki "lâm"yn umumilik ifade etti?ine ve imanyn ?art oldu?una ?u olay da delil olur: Ymam Malik Muvatta`da Zeyd b. Eslem`den rivayet etmi?tir ki, Ebu Ubeyde Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)`a yazmy?, Rumlar`yn çoklu?unu ve onlardan korktu?unu, endi?e duydu?unu anlatmy?ty. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "?u muhakkak ki mümin bir kalbe herhangi bir sykynty inerse yüce Allah ona bunun arkasyndan bir rahatlyk verir ve bir zorluk iki kolayly?y yenemez." diye yazmy?tyr. "Mümin bir kalbe" denilmekle imanyn gere?i olan gönül huzuru ve sabra da i?aret vardyr. Onun için, syzlanan müminin ahiret sevabyny kaybetmesi de bu genel mânâ ile çeli?ki te?kil etmez. Bununla beraber hepsinde
de hükmün genelli?i yine Allah`yn dilemesi kaydyna ba?lydyr. Muvaffakiyet ondandyr. Onun için bu hüküm ve vaadi hem ileriye genellemek ve dallara ayyrmak, hem de Allah`yn lütfuna dayandyrmak aky?y içerisinde buyuruluyor ki:
7. O halde bo?aldy?yn vakit, yani her zorlu?a bir kolaylyk vurgulanarak vaad edilmi? oldu?u için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolayly?a geçti?in, biraz dinlendi?in, mesela aldy?yn vahyi yerine ula?tyrdy?yn, farzlaryny yerine getirdi?in vakit yine yorul, i? bitti diye rahata dü?üp kalma da yine zahmeti tercih edip di?er bir ibadet için kalk, çaly?, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylyk da artsyn, ?ükürde devam etmi? olasyn. Bilindi?i gibi "nasab", yorgunluktur. Kolaylyk tembelli?e sevketmemeli, çaly?maya te?vik edici olmalydyr ki onun pe?inden de bir kolaylyk gelerek, artma ve ilerleme durumu hasyl olsun.
8. Rabbini mef`ul (tümlec)ün fiilden önce getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlaryny ifade etmek içindir. Yani ancak Rabb`ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan um. Onun dy?yndaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayyp kalma, ba?ka maksada ba?lanma da bütün çaly?malarynda ancak ona yönel, durmadan ona do?ru yürü, ona do?ru, bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere ra?bet ile kalmamaly; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona do?ru yürümeli, onun için çaly?malydyr. Son murat edilen odur.
Bu sûreden ?u kaideler çykarylyr: "Y? syky?ty?y zaman geni?ler." ve "nimet külfete göredir." Ba?ka bir deyi?le: "Külfet nimete uygundur." ve "Bir i?ten maksat ne ise hüküm ona göre verilir." Allah için çaly?an Allah`a erer.
Bu ?ekilde bu iki sûre bilhassa Resulullah (s.a.v.)`yn hal ve ?anyny anlatarak feyzini daha çok yaymayy ve genelle?tirmeyi ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak Allah`a ra?bet etmesini hatyrlattyktan sonra en mükemmel ferdin halinden türün haline ve müminleri bekleyen sonun da güzelli?ine geçilerek bu iki sûrenin bir ba?lany?y olmak ve ahiret hükmü ile dinin sabit oldu?u anlatylmak üzere "Ve`t-Tini" Sûresi gelecektir.