HAKKA
O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli nakledilmiştir.
1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit ol an saat demektir.
2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.
3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet`te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.
4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan
hak tan daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.
5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.
6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.
7. Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.
9. Ezheri`nin gör üşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah ` la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.
10. Ebu Müslim`in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbının sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.
11. kıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.
12. Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.
Bunların herbirinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkkanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir.
2. Ne o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o Hâkka? demektir.
3. Şu âyet de onun korkunçluk ve dehşetini vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu âyetin başındaki da bir önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır. Dirâyet kökünden türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap eden ikinci şahıs zamiri "sana", bu fiilin birinci mef`ulü (tümleci), nedir o Hakka?"
cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef`ûlü (tümleci)dir. Yani o hâkka öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve dehşetinin büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne olduğunu, fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden kavrama ile değil, ancak Allah tarafından haber verilmek v e nakledilmek suretiyle bilinebilir. Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla değil, yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber vereceksin. Fakat onun hakikatı ve büyüklüğü, meydana gelmeden önce tasarı ve düşüncelere sığmayac a ğı için haber vermekle de kavranamaz. Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman edilmek suretiyle rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu sadece akıl ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş inanç, şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya kalkışırlar. Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve takdirine sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların h aber verilip hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir dereceye kadar olsun sezdirmektir.
4. Bu akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve habere inanmadıklarından dolayı Semûd ve d kavimleri, "olmaz öyle şey" diye yalanladı, o olacak Kâria`yı.
KRİ`A, lügatte, insanların başlarına çarpan beyinlerinde patlayan olay demek olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi insanların çırpınıp yayılan kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi olacağı zamana işaret etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka`nın bazı halleridir ki adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek vardır. Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud`a gelince, bunlar Tâgiye ile yok oldular.
5. Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup taşkınlık mânâsına da gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha yani korkunç gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla tefsir edilmiştir.(Fussilet, 4 1/13; Zâriyat, 51/44) A`raf sûresinde "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A`raf, 7/78, 91, 155) buyurulan "racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.
6. Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu
gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" ( K amer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde`de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef`ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26`sından i t ibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî`in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.
7. Rîh-i sarsar, şid detli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu
gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Ka m er sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde`de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerd i r. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef`ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26`sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî`in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, bura d a "yok olmuş" demektir.
8; Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu
gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini k e smek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde`de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, " h usûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef`ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26`sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî ` in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.
9. Ve Firavun`dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce d ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir`avun`dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun`dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikir d en sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.
Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh`un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" deni lmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan
kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.
10. Ve Firavun`dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce d ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir`avun`dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun`dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri B urada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgü n ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.
Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağla r gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh`un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi için d e doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan
kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.
11. Ve Firavun`dan öncekiler, ta Nû h kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce d ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir`avun`dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun`dan öncekiler" sözü içi n e daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve o n un sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.
Git tikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın b e llerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh`un g emisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan
kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bu n un gerçek yapıcısı ise biz idik.
12. Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan haline getirip kâfirleri boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan ibaret olan o işi şu hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit helâk edilmeyip o şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir hatırlatma, unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü, hikmetimizin eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini, kendinizin gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah`a karşı gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu kılalım da, görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın, haber versin. Çünkü o yalnız akılla bil i nir şeylerden değildir. Ve belleyici kulaklar onu bellesin, dinlesin, bellesin ve gereği ne ise onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için yararlansın. Kendilerini vaktiyle biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı şekilde bunu taşısın da sonrakilerin yarar l anması için yayılmasına sebep olsun. Bellemeyerek yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.
13. Çünkü "Sûr`a üfürülünce..." `den buraya kadar olan açıklamalar öyle hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler demek olup bundan itibaren Büyük Kıyamet olan Hâkkâ`nın açıklanmasına başlanıyor. Sûr`a üfürme hakkında Neml Sûresi`nde "O gün Sûr`a üfürülecek, göklerde ve yerlerde olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah`ın diledikleri hariç." (Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi`ndeki "Artık Sûr`a üfü r ülmüştür de Allah`ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.
İlâhî kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça anlaşılan ilk üfürmedir ki ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda demek olur. Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i sa`ık" yani ölüm üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış üfürmesi diye iki olduğu görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas`tan rivayet olarak buna ilk üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet sonra gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir. Fakat ilk üfürmeden sonra başlayan
vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz için yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de ayrıca göz önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım, üçüncü üfürme kalkış ve arz üfürmesi olmak ü z ere üç üfürme saymışlar ve bunlardan da bazıları bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bunun ilk üfürme olup,
14. "Yer ve dağlar kaldırılıp da" "Oysa o dağlar bulut geçer gibi geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde olduğu gibi korku zamanını; "Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıklarında" âyetinde ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu sûrenin 18. âyeti olan "O gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde ayağa kalkış, yayılma, durma ve hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade etmiş olması ve ilk üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi "kün" (ol) emrine göre meydana gelmiş olması sebebiyle "bir üfürme denilmiş olması akla daha yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar hamlolunup da... Haml; yüklenip k aldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek anlamlarına geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması; yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile şişirilip doyum haline getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp lavlar fışkırarak patlıyacak bir duruma getirilmeleri demek olabilir ki, birincisinde patlama olmuş, ikincisinde ise henüz olmamış fakat olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan başlamış bulunu r. Burada yer ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer ile, bütün yer küresi, üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve yerin direkleri konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt tabakaya işaret edilmek istenmiştir. Bund a meselenin asıl konusu, insanları bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan insanlık sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan, işaret edilmiş olmasıdır. Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile böyle yüklenip karşılaştırılıp arkasından birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki bunda her iki kütleye verilmiş olan üfürmenin derecesine göre üç ihtimal vardır:
BİRİSİ: Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4) âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor da titriyor olmakla beraber, yer kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar bir serpilişle serpilip toz duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetin i n ifade ettiği gibi havaya
uçurulup serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen zerrelere dönmüş ve "O gün yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş bir kum yığını olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor, çalkalanıyor da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi erimiş, akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne bir iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş, yer var fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olmuş, etrafını sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci bu âyetleri delil göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda yeryüzünde yine bir hayatın varlığı düşünülebilir.
İKİNCİSİ, yeryüzüne yapılan üfürme daha çok, yeryüzünün alt ve üstten karşı karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli, sarsıntı ve patlamanın onun içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada yeryüzü daha evvel dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir ki bu surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak hepsi un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer dümdüz bomboş bir alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır bir bulut, bir sis halinde sarkmış bulunur.
ÜÇÜNCÜSÜ, yeryüzü ve dağların ikisine de verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç meydana gelmiş bulunur ki, birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir. Yerçekimi ile ilgili olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel uyumları bir değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü, yeryüzünden başka bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilec e k, insanlar herşeye hakim olan Allah`ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin sırrı ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi`nin az önce geçen, "Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki âyeti birinci mânâda; Fec r sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.
Bir de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve kumluğa denilir. Aynı şekilde dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü bir yüzey halinde düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk etmek mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup yıkarak kırıp
dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin girinti ve çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek, eğeleyerek veya çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye denilir ki bunlar birbirlerinin gereği gibidir.
Bazıları da şöyle der: Dekk, dakk`tan daha incedir.
Dekk`te, bir bütünü meydana getiren kısımlar tamamen dağılıp düzlenir; dakk`ta ise, bütünü meydana getiren kısımlar parçalanma halinde irili ufaklı olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir kere oluş bildiren mastar olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş mânâlarını ifade eder. Bunun herbirinin de anlatılan ü ç mânâdan herbirine göre bir uygunluk ve ilgisi vardır ki,
BİRİNCİSİ, bir vuruşla dağların yıkılıp hepsinin bir düzeye indirilmesi, yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.
İKİNCİSİ, birbirlerine çarptırılmak suretiyle ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp bir hurda yığını haline getirilmesi.
ÜÇÜNCÜSÜ, de yine bir vuruşla ikisinin birden yok edilip yerlerinde hiçbir şey bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması mânâlarıdır.
Bunlardan en açık olanı birincisidir ve aynı zamanda bunlar hep insanlarla ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için yeryüzü ve dağların bu halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani "bir yeri söyleyip orada bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli sınıflardaki insanların çarpıştırılması suretiyle yery ü zünün düzlenmesi mânâsını da hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen "Allah`ın diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının dış görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak düşünüldüğü takdirde d e önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere, kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün mertebeleri düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun zatından başka herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü ala r ak hepsini fenâyı küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.
15. İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu ikinci üfürme meydana geldiği vakit, Vâkı`a olmuş yani en büyük bela olan Kıyamet kopmuş, "Onun meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve yükselticidir." (Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah`ın diledikleri hariç olmak üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla yıkılıp serilmiştir.
16. Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün
pörsümüş sarkm ıştır. Allah en iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır ve arkasından melekler arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı ortaya çıkmış, güneş ve ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz dürülmemiş fakat gamlı, kederli, puslu bir yüz, h üzün veren bir bulut görüntüsü ile yarılıp etekleri sarkmış
17. Melek de onun etrafı üzerinde göğün yarılmasından korkarak yarılan kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru çekilmiş; yahut yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş, yahut yeryüzünün kenarlarına saf dizilmiştir.
Ercâ, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar mânâsına olan "recâ" nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları ve kenarları mânâsına gelir.
Melek, yani bu ad ile bilinen m elek cinsi, çünkü biraz sonra gelecek olan "Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ bakımından çoğul olduğunu gösteriyor. Bakara Sûresi`nde de geçtiği gibi Melek ile Melâike`nin bir farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî ve daha bazı âl imler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu Hayyan da: "Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun Melâikeden daha genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî`nin maksadı Melek kavramı Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa "tekilin kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha kapsamlı demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada denilip, denilmediğine, dolaylı y oldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da buna ilişmiş, fakat nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi, Melâike çoğuldur. Bununla beraber Melâike de tekil gibi cins isim yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki kelimenin mânâ ve türeme bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle demiştir: Melek ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me`lek" veya onun harflerinin yer değiştirmesiyle söylenen "Mel`ek" kelimesinin hafifletilmiş yani hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu "Melâik" ve "Melâi k e" gelir. Melek aslında risalet ve sefaret yani elçilik demek olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el`eke fiilinden mastar ismi veya mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı gösteren bir isim kalıbıdır. Yüce Allah`tan gelen elçi mânâsına isim yapılın c a hemze atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek "mel`ek" denilmiş, "melâik"
şeklinde çoğul yapılmıştır. Bununla beraber Kur`ân`da hiç "mel`ek" kelimesi yoktur. Çoğullar kelimenin aslını göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde takdir edilmiştir. Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup hepsinde de yüce Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek olur.
Bazıları da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet" mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak "melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki elçilik mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir, kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez. Elçilik görevi yapmayan melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât`ında şöyle der: "Nahivciler melek lafzını melâike lafzından kılmışlar ve başındaki mimin fazladan olduğunu söylemişlerdir. Araştırmacı bazı âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten olduğu kanaatına varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare ile ilgili bir şeyle görevlendirilene me l ek denir. İnsanlardan ise bu şekilde bir görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5) "İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi âyetlerle işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı üzerindedir.", "Babil`deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe." (Bakara, 2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği." (Secde, 32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan`ın dediği gibi Melek ve Melâike`nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden daha geniş kapsamlı olduğuna işaret y oktur. Aksine araştırma sonucu gösteriyor ki melek melâikeden daha özel, melâike melekten daha geneldir. Çünkü melek, melâikenin idare ve yönetimle ilgili bir işi üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var. Bunu anlatırken "Her melek melâikedir, fakat h er melâike melek değildir." cümlesinde melâike kelimesi de melek gibi tekil makamında kullanılmıştır. Neticede buna göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı üzerindedir." buyrulması Zemahşerî`nin gösterdiği gibi Melek melâikeden daha kapsamlı olduğu için bir genelleme için değil, "ölüm
meleği" ve "işleri yönetenler" gibi, bunların özel bir işle görevlendirilenlerini göstermek için demek oluyor. Zira o sırada Melâike de ölüme yakalanıp "Allah`ın diledikleri hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının kapsamına girenler kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb`ının Arş`ını sekiz (melek) taşır. Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş`ı yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i açıklayan kelime söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça belirtilmemiştir. İl k akla gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek, sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır. Dahhâk`ten "sekiz saf" diye, Hasen`den de "sekiz şahıs mı, sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf mı bilemiyorum." şeklinde rivayet edilmiştir. "Onların üstünde" terkibind e geçen zamir, âyetinde geçen Melek kelimesinin yerini tutar. Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ açısından çoğul, yani bir tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler demek olduğunu gösterir. Bazıları bu zamirin Arş`ı taşıyanların yerini t u ttuğunu söyleyerek terkibine "Arş`ı taşıyanların üstün, de" mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu, âlemlerin üstünde demektir" demişlerdir. Abd b. Humeyd`in Seleme`den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)`in şöyle buy u rduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş`ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
Arş`ı taşıyanların nitelik ve şekillerine dair çeşitli rivayetler vardır. Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace`nin Hz. Abbas`tan rivayet ettikleri, "uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz melek" haberi ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu cümledendir. Ebu Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle demişti r: Bu sekiz`in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."
Bütün dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve Kürsi`ye dair yete`l-Kürsi`de ve A`râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva âyeti"nde ve daha bazı yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf seyranı olmak üzere anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle ufuklarının açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı Mekkiyye" adlı eserinin "Arş`ın taşıyıcıları"na dair o l an onüçüncü bâbında şu anlamda bir nazım ile söze başlayarak,
"Arş ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman ile yüklüdür
Ve bu görüş, akla uygundur.
Yoksa yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,
O olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da
Cisi m, ruh, rızık ve mertebe
Burada senin sıralamandan başka bir açıklama yok.
İşte Arş odur, şeklini inceleyip araştırabilirsin
Ve Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.
O taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.
Bugün ise dörttür, buna "niçin" yoktur.
Muhammed, sonra Rıdvan ve Mâlik,
Ve dem ve Halil, sonra Cibrîl.
Mikâil`e İsrafil`i de ilave et tam
Sekiz alnı açık, yüzü pak, geceyi aydınlatan".>
Der ki: Allah sana destek versin ey samimi dost! İyi belle. Arap dilinde Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir. Bir hükümdarın mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı." denir. Bir de Arş denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş`tan maksat taht olduğu takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş`ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir. Allah Resulü (s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette sekiz saymıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra demiştir ki "Onlar bugün dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise onlar sekizdir." Bize tarikat ehli kişilerin ilim, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden olan İbnü Meysere-i Cili`den şu ş ekilde rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim, ruh, gıda ve mertebeye tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve Muhammed ruhlar için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve tehdit içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını anlatacağız ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili birçok fayda vardır. Arş`ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli olanlardır. Onun maddi biçimi veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi gıdasını, cennete
girmekle mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair hissi mertebeyi ve ilmi ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört mesele üzerine kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci mesele ruh, üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur. Bunlardan her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk Arş`ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya çıkar ve bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler dedikten sonra bu meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü meselede şöyle demiştir: Yüce Allah her âlem için bir mutluluk ve mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır ki bunlar açıklamakla bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir. İstenilen gayeye ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine ulaşılmakla elde ed i len mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde kısımlara ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca uygun olmaz, ki gayr-i mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uyg u n olmaz. Bunların hepsi ya hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler, mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki elemler ve mutluluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki lezzetlerdir. Bunların da saf olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı ah i retle, karışık olanı dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu şeklinde görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile ortaya çıkar ve ahirete de mutsuz lukla gider. Mutlu da öyle. Fakat bunlar bizce mechuldür, bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli olur. Nitekim yüce Allah, "Ey günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o vakit mertebeler sahiplerini öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de değişim. Bu açıklamalardan sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin anlamı anlaşılmış olur. Bu sekiz, yüce Allah`ın nitelendiği sekiz ölçü ile ilgilidir ki bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekv i n sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan dünyada görünenler dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi mertebesi, mutsuzluk hissi mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet günü ise sekiz tamamıyla ortaya çıkar âyetinin mânâsı b u dur. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş kelimesinin "mülk" ile tefsir edilişine göredir. Taht mânâsında olan Arş`a gelince: Yüce Allah`ın birtakım melekleri vardır ki onu sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın mahşer yerine götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları hakkında da İbnü Meysere`nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz
konusu haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi arslan şeklinde, üçünc üsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz şeklindedir." Bu, işte Sâmiri`nin görüp de Musa`nın ilâhı diye hayal ettirdiğidir ki, o kavmine bir buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin ilâhınız ve Musa`nın ilâhı" demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı sö y ler ve doğru yola o ulaştırır."
Yine Şeyh şöyle der: "Arş`ın bir ayağı haber, bir ayağı hükümdür." O bu sözüyle Ayete`l-Kürsi`de geçtiği üzere Hasen`den rivayet olunan, "Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir." sözünün bir yorumuna işaret eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz taşıyıcının yüce Allah`ın sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan ifadesi dikkat çekici olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi akılla bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi "Alla h bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde makamı birinci gökte gösterilen dem`i Arş`ı taşıyanların arasında sayması garib görünür. İbnü Ebi Hatim`in İbnü Zeyd kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v) `den rivayet ettiği hadiste Arş`ı taşıyanlar arasında İsrafil (a.s)`den başkasının ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail`in Arş`ı taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyle İsrafil ile birlikte Mikail, Cebrail ve Azrail`in Arş`ı taşıyan meleklerden olduklarını zan ve iddia edenlerin güvenilebilir b ir haberle bunu kanıtlamaları gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu güvenilebilir nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma yönüne gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah`a havale etmek elbette sağlam olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ şudur: Bu âyet, o gün yüce Allah`ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini açıklamaktadır. Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son bulacaktır.
18. O gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde Allah`ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz. Burada "arz olunursunuz" sözü "hesaba çekilirsiniz" sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için bir hükümdara askerlerinin arz olunmasına benzetilerek ifade edilmiştir. Bununla beraber dün y adaki arz ve sunmalar gibi dış görünüşe bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak üzere şöyle buyruluyor: Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz. "Ve herşeye hâkim olan bir Allah`ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 14/48) sırrı
tam anl amıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü Hâtim ve İbnü Merduye`nin Ebu Musa el-Eş`ari (r.a)`den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar kıyamet günü üç kere arzolunur. Bu arzların ikisi k arşılıklı kavga, mücadele ve özür beyan etmelerdir. Ama üçüncüsü, işte o zaman, ellerde amel defterlerinin uçuştuğu arzdır."
19. Şimdi bu şöyle açıklanıyor: Kitabı sağ tarafından verilene gelince, o şöyle der.. Bu kitap İsrâ sûresindeki "Herkesin amelini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, ona açılmış olarak kavuşacak." (İsra, 17/13) âyetinde açıklanan kitaptır ki insanın ömründe yapılan her şeyin yazıldığı amel defteri, dünyada yaptığı ve her gece ve gündüz melekl e rin kaydettiği amellerin sayfalarından meydana gelen "büyük defter" veya onun bilançosu gibi bir sayfaya yazılmış cetvelli özeti veya hesabının görüldüğüne dair bir belgesidir. Bunun asıl günlüğü insanın kendi hafızasında kendi boynuna asılıdır.
Bu ây ette geçen "yemin" kelimesi, birkaç âyet sonra gelecek olan "şimâl" kelimesine karşılık olduğundan "sağ el, sağ taraf" demektir ki sağlamlık, dürüstlük, uygunluk, temizlik, uğur, hayır ve kazanç ifade eder. Kitabın insana sağıyla verilmesi ifadesinde önem l i nükteler vardır. Evvela, insanın, bir işini kendi eliyle yapması, kendi gücü ve vasıtasıyla istediği gibi yapması, kazanması demektir. Sağ eliyle yapması sağlam, dürüst, uygun, kendi lehinde iyi yapması; sol eliyle yapması da tersine yapması; arkaya atm a sı ise ihmal etmesi, başkasından umması anlamlarını ifade eder. Onun için iyi amelleri yazan melekler sağda, kötü amelleri yazan melekler solda denildiği gibi melek sağdan, şeytan soldan gelir denir. "İyi amel yapanlara kitapları sağdan, kötü amel yapanla r a da soldan verilir." "Verilir" tabirinin kullanılması dahi hepsinin, Allah`ın verdiği muvaffakiyet, onun takdiri ve hükmü yürütmesine bağlı olması sebebiyledir. Çünkü "Herkesin amelini boynuna takdık." (İsrâ, 17/13) âyeti de gösterdiği gibi insanın k e ndi yazgısı kendi boynuna geçirilmiş; yaratma, emir ve hüküm Allah`a ait olmakla birlikte insanın sorumluluğu kendi irade ve isteğiyle yapmış olduğu işlere bağlanması açısından insan, yaptığı hayır ve şer, iyi veya kötü, sevap veya günah amelleri işlerken kendi isteğiyle yaptığı için onu defterine kaydedecek olan meleklere, yazıcılara emreder gibi kendisi söyleyip yazdırıyor demek olduğundan kendi yazmış demektir. Eğer o
yazdırdığı, hesabına geçirttiği işlemler ilerde Allah`ın huzurunda kendi yüzünü kara çıkarmayacak şekilde iyi hesap edilmiş, alacağı borcu iyi karşılaştırılmış, yine kendi tarafından hak gözüyle kontrolden geçirilmiş, kârlı, güzel, iyi doğru, dürüst ameller ise o defterler kendi lehinde olmak üzere sağlam, hatırı sayılır, kendi hesabına güz e l yazı ile yazılmış bir defter olacağından o onu sağ eliyle ve lehine hizmet eden sağlam vasıta ile yazmış ve hesap görülürken hükmünü ve karar belgesini verecek olan hakim de onun lehinde olarak yazısını onun kendisine yazdırmış ve dolayısıyle hesabını k olayca kendine gördürüp hükmünü de istediği gibi kendine verdirerek karar belgesini sağ eliyle kendine teslim etmiş olur. Böyle olmak için de herkesin "Oku kitabını bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter."(İsra, 17/14) emri gereği hergün k endi boynuna geçirilmiş kitabı, günlük defteri demek olan hafızasında kendi nefsini ve meleklere yazdırdığı amellerini hak gözüyle okuyup Allah`a karşı kendi vicdanında kendi hesabını görmesi ve ona göre "Herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğun a baksın."(Haşr, 59/18) emrini uygulayarak yarın için hazırlanması gerekir. Bu da başta ve sonda Allah`ın başarı ihsan etmesi ile sonra o defteri meydana çıkaran ve hükmü verecek olan da nihayet yüce Allah olduğu için "kitabını sağıyla yazan" buyrulmamış, " kitabı kendine sağıyla verilen" buyrulmuştur. Vicdanında hergün Hakk`a karşı kendini sorgu ve hesaba çekmeyen kimse işini arkaya atmış, defterini kendi haberi olmaksızın ve zararını düşünmeksizin ağzına geleni söyleyerek arkadan arkaya yazdırmış demek ola c ağı gibi, işini Allah`ın koyduğu sınırlar içinde doğru yapmayan, eğriyi doğru, doğruyu eğri yapmaya kalkışarak defterini kötü amellerle ve hep borç sahifeleri ile doldurtan kimse de defterini ters tutmuş, solak yazmış, yazdırmış demektir. Oysa meleklerin t uttuğu tutanak onun aleyhinde olarak yapılan muamele ve işlemi olduğu gibi göstermiş ve ona imza ettirilmiş olduğu için sağlam, doğru ve esasen hatırı sayılır ve geçerli bulunduğundan, o kimse de kendi yaptıklarını kendi yazmış, fakat kendine düşman gibi a leyhinde olmak üzere siciline işletmiş ve imzalamış, ters yola gitmiş olduğunu o gün anlamış bulunur.
Diğer bir nükte: Allah`a inanarak ve vereceği hesabı düşünerek hakkı ve hayrı sevip batıl şeylerden ve kötülükten sakınmış olan kimsenin Allah`ın huzurunda yüzü ak olarak, hesabı dost tarafından görülmüş, hüküm ve karar belgesi dürüst dost eliyle sağdan lehine verilmiş olur. Aksine Allah`ı inkâr eden, hakkı ve hayrı sevmeyip nankörlük ederek aksine giden kimselerin hesabı da sevmediği düşmanı tarafı n dan görülmüş, hükmü ve karar belgesi de aleyhine olarak
soluyla verilmiş olur. Onun için kitabı kendine sağ tarafından verilmiş olan kimse o gün dost huzurunda hesap verirken veya hesabının güzel olduğuna dair onun verdiği hükmü, belgeyi sağ eline alınca hesabına olan ümidini veya hesap neticesinde kardeşlerine neşe ve sevincini veya cennete giderken pasaportunu göstermek üzere der ki:
20. Ha işte size alın, gelin bakın Okuyun kitabımı, çünkü ben, ben anlamıştım ki, ben herhalde birgün olup hesabıma kavuşacağım yani böyle inanmış, bu düşünce ve zannı beslemiştim de ona göre hesabımı ölçülü davranarak sağlam, defterimi dürüst tutmuştum. "Oku kitabını, bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter." (İsra, 17/14) emrine uymuştum diyer e k yüz aklığı ile kendini gösterir, sevinir.
Bu verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin olarak inanması ve iman etmesi gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette geçen "Zan"nı, "önceden bilmek ve inanmak" mânâsına alarak bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla beraber bazılarının dediği gibi bu, şu demek de olabilir: Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirke n bir zorlukla karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, pek esirgeyen engin m e rhameti olan sevgili Rabb`imin sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir, diye sevinir. Bu mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur.
21. Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun bir yaşayış içindedir Memnunluk ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın sahibinin sıfatı iken "radıye" yani hoşnut olan ve "merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan mertebelerinin hepsine birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen "isnât-ı mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine nisbet edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi razı ve hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel işlerinden feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın kendisi de ondan razı, o kendisi merdi yani kendis i nden razı olunmuş ve sevilmiş olacaktır demek olur.
22. Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir cennette.
Dünya cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve elemlerle karışık değil, saf bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek olan yüksek ahiret cenne tinde, ki
23. devşirimleri yani koparılıp toplanacak yemişleri, meyveleri, nimetleri uzakta değil, yakında sarkıp duruyor.
24. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.
İSLF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah`a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet e tmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü der d in bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah`ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İş t e bunlar o Hâkka`dan, o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır.
25. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.
İSLF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren t üccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah`a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bu n lar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve e s enlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah`ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka`dan, o dehşetli günden böyle mu r ada ererek kurtulacaklardır.
26. Fakat vay o günleri boşuna geçirenlere veya sonu gelmez sonsuz heva ve heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara kaptıranlara. Çünkü nice kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar amma, Hak için Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine hizmet için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan alabildikleriyle kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de batan mal gibi batar gider. Hak yanında elem ve yoksunluktan başka ke n dilerine birşey kalmaz. Bütün o kıyamet onların başında patlar, bunlar kitaplarını tersine ve solak yazanlardır. Onun için buyruluyor ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle der Ah ne olaydı o burada "o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk ölü m şeklinde tefsir
edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce geçmemiştir. Fakat mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış ve bunu söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir.
27. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.
KZ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş ça r esi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "N e ye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yaradı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.
28. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.
KZ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "Neye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yar a dı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.
29. Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve salt a nat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler:
Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş:
"Dolu kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki d evletin pazısı ve Rüknüddevle`nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen "gallâbu`l-kader"dir.
Kendisine "gallâbu`l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce Allah`tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunu r. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir.
30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah`ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,
31. sonra ancak Cehim`e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim`e atın onu" demektir.
32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "yette geçen 70 sayısı tahsis için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan sayıdır, hikmetini Allah b ilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu, uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin ç o k uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu
iki cümle ile açıklanıyor:
33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah`a iman etmiyordu.
34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim diye ha l kı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.
35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.
HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir.
BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir et mişlerdir. Yani o Allah`a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu gibidir.
İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus`ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.
36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas`tan gelen bir rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd`in,
"Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.)
37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn`dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en büyüğü de en büyük zulüm olan